astırmaadamı ÜyePuan: 418 | Gönderilme Tarihi: 09 Aralık 2011 21:49:15
ÖLÜRKEN SEVDİĞİMİN YÜZÜNÜ
GÖRMEK İSTİYORUM...
Bugün sinemaya yetişmek için acele ederken önümde ağır adımlarla yürüyen yaşlı bir kadını istemeden de olsa ittim... Aslında farkında değildim onun güçlükle yürüyen yaşlı bir kadın olduğundan... Sadece kendimin farkındaydım... Bir filme yetişmek zorunda olduğumun farkındaydım... O filme gidip biraz daha bilinçlenip, hayat hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak niyetindeydim... Beynim her zaman olduğu gibi bilmeye açtı, anlamaya ve yorumlamaya susamıştı... Yaşlı kadının o titrek o kırılgan omzunu elimle hafifçe ittiğimi hatırlıyorum sadece... Kim bilir belki de yaşlı ve hayattan istifa etmiş insanların o trajik hayatlarını anlatan bir filme gidiyordum... Yoksa artık gerçek hayata bir türlü kendimce bir anlam ve bir düzen veremediğim için mi susuzluğumu ve açlığımı kurgulanmış gerçeklerde, karanlık sinema salonlarında arıyordum... Bilmiyordum... Filme yetişmek için sokakta, yani gerçekte güçlükle yürüyen yaşlı bir kadını omzundan hafifçe itiyor, sinemaya vaktinde giriyor, ışıkların sönmesini bekliyor, ve ne tuhaf karşıma yoksul evlerinde güçlükle yaşayan, evlatlarının kaderlerine terk ettiği, bireyci ve liberal bir toplumda hayatta kalma savaşı veren yaşlı, itilmiş ve sevilmeye muhtaç insanların öyküsünü anlatan bir film çıkıyordu... Filmi gözyaşlarıyla izlerken daha biraz önce, sinemaya gelirken yaşlı ve güçlükle yürüyen bir kadını ittiğimi bir an için unutuyorum...
Sonra evime dönüyorum... Odamın kapısını kapatıyor,perdeleri örtüyor, ışığımı yakıyorum... Odamda bütün gün neler yaşadığımı, neler hissettiğimi düşünüyorum bir bir... Yaşadığım her şeyi aklımla yorumluyorum... Başımdan geçenlere bir düzen vermeye çalışıyorum... En sıradan, en gereksiz şeylere bile bir anlam vermeye çalışıyorum... Bilinçli ve değerli bir insan sanıyorum ya kendimi , ne görmüşsem gördüğüm her şeyin, ne yaşamışsam her yaşadığımın özel ve farklı bir anlamı olması gerekir, diye düşünüyorum...
Sonra birden herkese kapattığım odamın perdesine kırılgan ve titrek bir kanın damladığını görüyorum... İşte o kan damlası kırılganlığına aldırmadan büyüyor... Küçük bir lekeyken, önce unutulması mümkün acı bir öykü , ama ardından değiştirilmesi belki de çok zor bir gerçek... Ve sonunda o küçücük kan lekesi yanlış yaşanmış hayatım oluyor...
O yaşlı kadının omzundan odamın perdesine sıçrayan kan, yanlış yaşanmış hayatım gibi gittikçe büyüyor...
Bu kanın içinden bakmaya başlıyorum hayatıma... O kana geride unuttuğum bir şeyler var mı ,diye bakıyorum... İşte o an severken öldürdüğüm insanlar geliyor aklıma... Kurbanlarım... Bana, bile bile boyunlarını uzatan, bugün yine çağırsam bir kez daha ölmeye hazır kurbanlarım geliyor... Evet, öldürdüm onları,ve hepsinde tek tek umutlarım kaldı... Yaşam sevincim... Canlığım... Sevinçlerim kaldı... Onları sadece öldürmekle kalmadım, onlarla birlikte içimdeki sevgilerde öldü...
Şimdi evimde bir başıma, karanlık ve ıssız kutuları açıp onların fotoğraflarına bakıyorum... Yüzlerindeki anlamı çözmeye çalışıyorum... Bana bakmıyorlar, gözleri bir sonsuzluk anına takılı kalmış... Anlıyorum, öldürdüğüm yerde değiller... Ben onları bir ana kaydedip dondurmak isterken, aslında onlar benim sevgilerimi bilmediğim bir sonsuzluk anına hapsetmişler... Anlıyorum o karanlık ve ıssız kutulardaki sonsuzluğa takılı kalmış gözler, benim ölü sevgilerim aslında...
Sevdiklerimin yüzlerinde donup kalan o ölü sevgilerime baktıkça bu defa, bunca yıldır nerede ve nasıl kim bilir kaç kez öldürüldüklerim aklıma geliyor... Doğruluk adına, ağır basan toplumsal değerler adına, güvence adına ,bilenmeyen bir gelecek adına kimi kez düpedüz terk edildiğim, bazen de onları ayrılığa zorlamalarım geliyor...
Bıçak çoğu kez onlardaydı... Bıçağı en ölümcül yerime indirirken gözlerine bakabilmek için bıçağı ellerinden hiç almak istemedim... Kimisi hemen öldürmeyerek ve beni o korkunç boşlukta bir başıma bırakarak, daha çok acı çekmemi istedi... Böyle anlarda bıçağı ellerinden alarak ben indirdim en ölümcül yerime...
Benim fotoğraflarım da şimdi onların karanlık ve ıssız kutularında duruyordur. Ne zaman yüzüme baksalar, sonsuzluğa takılı kalmış bakışlarımı görüyorlardır onlar da... Sonsuzluğa takılı kalmış gözlerimde beni öldürürken ölen sevgilerini görüyorlardır...
Ama ben yine de en çok çocukluğumda öldürüldüm... Beni çocukluğumda en çok sevdiklerim öldürdüler... Başka biri olduğumu anlamazlıktan gelerek, okuduğum şiirleri dinlemeyerek, hayallerimi ciddiye almayarak,heyecanlarımı küçümseyerek,çelimsizliğimle alay ederek, özgürlüğümü yok sayarken aşırı sevgiye boğarak, kendim olmak için yola çıkmalıydım, yola çıkma arzularımı hoyratlıkla ezerek öldürdüler...
Ama ben yine de en çok çocukluğumda öldürüldüm...
Evet, her şeyi, her şeyi hatırlıyorum... Hiç unutamıyorum ki... Kurbanlarımı, öldürdüklerimi, ölen sevgilerimi, ölü sevgilerimi... Tükenişimi,yaralarımı sararak yeniden ayağa kalkmalarımı... Bütün hepsini... Sevginin ve insanlar arasındaki ilişkilerin bu korkunç, bu amansız yasalarını bilip de böyle yaşamaya inatla yaşamaya devam edişimi... Her hatırlayışta bu acıları yeniden yaşamayı, ve bunları yaşarken alabildiğine mutsuz olmayı, bu denli mutsuzken bile böyle yaşamaktan vazgeçmemeyi, tırnaklarımı hayata geçirip yeni cinayetlere, yeni ölümlere koşmayı... Evet, ben durmaksızın, her an, her saniye kendimi hatırlayarak yaşıyorum... Hiç unutmadan... Ve kendimi her hatırlayışım da yaralarımı bir kez daha kanatıyorum...
Ve hep kendime soruyorum; hatırlamam, hiç unutmamam, devamlı yaralarımı kanatmam hayatımda neyi değiştiriyor, diye hep soruyorum... Neyi değiştiriyor öldürdüğüm insanları öldürdüğüm yerde aramak,nerede ve nasıl öldüğümü anlamak için durmadan kalbimdeki bıçak yaralarımı takip etmem, ya da ölü sevgilerim her aklıma geldiğinde çocukluğuma yolculuk etmem, neyi değiştiriyor...
Hayat acımasız, hayat güçlüden yana ve bu hep böyle olacak, öyleyse soruyorum kendime, hayatın yasalarını bilmem neyi değiştiriyor...
Durmadan bir şeyler öğreniyorum... Durmadan bilgi depoluyorum beynime... Durmadan hatırlıyor, durmadan benliğimi geliştiriyorum. Kendimde durmadan eksik bir şeyler buluyorum...
Kendimde eksik bir şeyler buldukça güçlü olmaya, eksiklerimi kapatmaya çalışıyorum... Sanki hep yanlış yoldaymışım gibi geliyor bana... Konuşuyorum ama, sözlerimin altındaki boşluk giderek büyüyormuş gibi geliyor... Güçlü olmaya, eksiklerimi kapatmaya çalıştıkça kendimden uzaklaşıyormuş gibi geliyor bana... Bir ölüyü giydiriyorum sanki durmadan, bir ölüyü süslüyorum... Kendimde bir yer edinemeyince durmadan bir ölüyü hayata hazırlıyormuşum gibi geliyor bana... Hep soruyorum kendime, ben diye bir ölüyü mü sunuyorum acaba beni tanıyanlara...
İçimdeki o asıl beni yaşamaktan hep mahrum ederken, onu hep orada saklarken; buradaki , bu hayattaki benliğimin büyük hayatlara olan özlemi daha çok artıyor...
Oysa yaşadım,yaşamadım değil, büyük hayat sadece uzaktan güzel görünüyor... İnsan sürgünse kendisinden büyük hayat dedikleri anlık zaferleri varolmak saymaktan başka bir şey değil... İnsan içindeki inancı öldürmüşse, büyük hayat demek, hep tanınma beklentisi içinde ve başkalarının onayına durmadan muhtaç olmak başka bir şey değil; insan bir türlü kendini bulamıyorsa, büyük hayat, hep başkalarının sevgisine,başkalarının enerjisine rezilce köle olmak demekten başka bir şey değil... Yaşadım, biliyorum...
Başkalarının onayına bu denli muhtaçsam neye yarardı ki durmadan bilgi depolamam beynime... Giderek artan tanınma beklentilerimi ve anlık zaferleri yaşamak sayacaksam ne anlamı vardı ki durmadan eksiklerimi giderip güçlü olmaya çalışmamın...
Bu hayatta yaşamak için ne gerekiyorsa onları ediniyorum durmadan... Telaş içinde, açıklarımı kapatmaya çalışıyordum... Her şeyi en ince detayına kadar analiz eden, sorgulayan bir bilincim vardı... İyi savunabiliyordum kendimi... O güçlü görünen, ama hep kendine kanayan bir bıçağa benzeyen bilincimle düşmanlarımı korkutup püskürtebiliyordum... Ve asıl önemlisi kaybetmişliğimi güzel saklıyordum... Öğrenmiştim artık, hiçbir zaman iyileşmeyecek yaralarımı iyi gizlemeyi öğrenmiştim... Kimi zaman, geceler üzerime amansız geliyordu, sabah olmak bilmiyordu... Böyle geceler içimdeki mezarlığın içinden ıslık çalarak, neşeli şarkılar söyleyerek, kalabalık sokaklara çıkarak, insanlara umut dolu öyküler anlatarak çıkıyordum...
Ama bütün bunlar neye yarardı ki, içimde yaşamaktan mahrum bir yer varken... Durmadan öldürmeye ya da ölmeye yazgılıysam neye yarardı ki hayatın yasalarını iyi gizliyor olmam... İçimdeki sese rağmen yaşıyorsam neye anlamı vardı ki tanınmış olmamın, hangi sırrı açıklardı kanıtlanmış başarılarım...
Ve bunları yaşarken ne zaman o sesi duysam hep susturdum onu... O sesin çağrısı yüzünden hayatım hep kayalıklara çarptı... O küçük teknem hep parçalandı... O sesin çağrısı yüzünden ne kendime, ne umutlarıma inanabildim...
Çünkü o ses bana durmaksızın inan, diyordu, inan... İnan ve kurtul bu sahte benliğinden... İnan ve bu hayatın yasalarına göre yaşamaktan vazgeç... O ses bana, bir kez öl ve sonra bir başka hayata uyan, başka bir anlama uyan, diyordu... Ama o bir kez ölmeyi başar... Bu hayatı, bu hayatın o korkunç yasalarını ve bu hayattaki kendini bir kez olsun unutarak öl, diyordu... ..
Ve bu ölümün aşk için olsun... Kendini, o bütün işlediğin cinayetlerini, o durmadan ölümünü, o bıçak gibi işleyen bilincini, o gizlediğin yaralarını, o kimi geceler şarkılar söyleyerek geçtiğin içindeki mezarlığı, kalbindeki yaraları, o sonsuzluğa takılı kalmış gözleri ve gözlerini unut ve aşkına inan ve onun için öl bir kez, diyordu...
Ne zaman içimdeki bu sesi duysam aklıma hep o kız arkadaşım gelir... Yıllar önce bu ölümü yaşayan ve sonra bir başka boyutta yeniden doğan kız arkadaşım... Yıllar önce bir adama aşık oldu ve öldü... Bu hayattaki benliğini terk edip, bu hayatta ilgili bütün bildiklerini, ardından o ana dek işlediği bütün o tutku suçlarını unutup, öldü...
Günlerce evinden çıkmadığı oluyor... Yaz kış üzerindeki solgun bir hırkayla dolaşıyor... Ve bazen çok acı çektiğini söylüyor... Dostları, arkadaşları onun için çok üzülüyor... Çünkü karşılıksız bir aşk yaşıyor... Çektiği acının bu yüzden olduğunu sanıyoruz... Bazı geceler evinde birlikte içki içiyoruz... Konuşurken bir ara gözleri uzaklara, bilinmedik bir boyuta takılıyor... Sonra susuyoruz... Sonra o gittiği yerde geri geliyor ve çok, ama çok acı çekiyorum, diyor... O böyle deyince içim burkuluyor... Kendine yazık ediyorsun, diyorum... Bu böyle ne zamana kadar sürecek, artık onu unutup toparlanmasın... Ben böyle deyince o yüzüme çok uzak bir yerden, ama bağışlayıcı bir gülümsemeyle bakıyor: Çektiğim acının ne denli güzel ve derin olduğunu bilseydin böyle konuşmazdın, diyor... Ama karşılıksız bir aşk diyorum ona, sonu yok, anlamı yok... İnanmış insanlara özgü olan o berrak gülümsemesiyle yine bakıp şöyle diyor bana: Karşılıksız olduğu için bu denli güzel, karşılıksız olduğu için bu aşk hiç bilmediğim derinliklere, daha önce hiç yaşamadığım o büyüleyici anlamlarla buluşturdu beni... Ben aşkı kendimden kaçış olarak yaşasaydım hep bir karşılık beklerdim... Ama değil, hiç öyle değil... Düşünsene karşılıklı olsaydı ben bu denli kendim olabilecek miydim...
Sonra içindeki o derin, o büyüleyici acısına sarılır gibi, sonra öldükten sonra onu yeniden doğuran o büyük aşkına sarılır gibi üzerindeki solgun hırkasına sarılıyor... Ve sonra bir kez daha bana o berrak ve o bağışlayan gülümsemesiyle bakıyor.
Ve ben işte o an bu bakışı tanıdığımı hatırlıyorum... Sinemaya yetişmek için omzundan hafifçe ittiğim, o güçlükle yürüyen yaşlı kadının bakışıydı bu... Bağışlayan bir gülümsemeyle, hadi geç kalma, bak geri çekiliyorum, gitmek istediğin yere bir an önce git, ama yine de düşün bir kez kendini... Düşün bir kez kim olduğunu ve niye yaşadığını, bir yerlere yetişirken aslında nelerden kaçtığını bir kez düşün, diyen o bakıştı bu...
Ve o an yaşlı kadının omzundan perdeme sıçrayan kanın, yıllardır karşılıksız seven arkadaşımın kanı olduğunu anlıyorum... Bu kana dokunduğumda anlıyorum ki ben değil ,yıllardır o yaşıyor...
Ben değil o, her ölüme yattığında sevgilisinin yüzünü ışık altında gören...
Bu hayatın bütün nimetlerini elinin tersiyle itip, kalbine aşkı dışında hiçbir şey kabul etmediği için herkes onu merak ediyor... Oysa bütün nimetler ona koşmaya hazır... Tanrı durmadan ona gülümsüyor... O ise aşkına sımsıkı sarılmış, o kalbinin derinliklerine inerken dışarıda bütün vaatler, bütün gelecekler, bütün başka yollar boşu boşuna onu bekliyor...
O bu hayatla ilgili bütün bildiklerini yakmış... Bütün öğrendiklerini... Onca yıl hiçbir karşılık beklemeden sevdiği adam varlığı sayesinde kalbinin bütün kilitlerini açmış... Onca yıl hiçbir karşılık beklemeden sevdiği adam içindeki kimsesiz cenneti açmış ona... Şimdi o cennette sevdiğinin yüzünü sonsuz bir ışık altında görebiliyor... Çünkü o aşkı için bu hayatta bildiği her şeyi unutarak sevdiği insanın Tanrı olduğunu keşfetmiş... Bu yüzden çektikleri onu acının o en güzel derinliğine indirdikten sonra sevinçten göklere uçuyor...
Onu düşünürken, bu hayatta varolmak adına hep ertelediğim, hep sakladığım, gizlediğim bir düşüm aklıma geliyor ... Ölürken sevdiğimin yüzünü doyasıya görebilmek düşü bu... Bunu her şeyden çok istiyorum... Sadece o çok sevdiğimin yüzünü... Uzun uzun... İlk gibi, ama sonsuza dek... Bu düş beni gittiğim her yerden geri çağırıyor...
İşte o zaman anlıyorum... Bu hayatta gördüğüm her şey beni yeniden doğmak için ölmeye çağırıyor...
|