|
mahonick ÜyePuan: 1768.5 | Gönderilme Tarihi: 28 Ekim 2010 22:15:13 | # 1 B) ŞEYTAN B) ŞEYTAN
1- ŞEYTANIN YARATILIŞ HİKMETİ
Buraya kadar cinlerden ve kısmen de bazı icraatları itibariyle şeytandan bahsettik. Şimdi şeytanlarla alakalı bir parantezi daha açmak istiyoruz.
Şeytan, ya ''Şatana'' ya da, ''Şâte'' fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre ''uzak olan''; ikinciye göre ise, ''bâtıl olan'' manalarına gelir. (İsfehani, Müfredat-i Elfazı'l-Kur'an, Ş-T-N maddesi, s.454) Salah ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kasd edilerek ona ''Şeytan'' denilmiştir.
Şahsına ait yanları itibariyle hiçbir zâtî değer ve kıymeti olmayan bu menhûs ve mel'ûn varlık, neticeye ve Yaratıcı'sına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakkî ve tedennîsi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetlerin inkişaf edip cennete ehil hale gelmelerine mukabil Allah'ın kendilerine verdiği istidat ve imkanları kullanamayan bir kısım kimseler de cehenneme yuvarlanmaktadırlar.
Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenab-ı Hakk şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O'nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O'nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mana derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca cennet ve cehennemin varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.
Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanın şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah'ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.
Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugâlata ile Cenab-ı Hakk'ın ''Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir?'' sualini: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın." (A'raf, 7/12) küstahlığı ile cevaplandırmıştır. Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yanyana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki o büyük fiyaskosu işte bu mugâlatada saklıdır.
İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuyu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki!.. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.
Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (a.s) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?
Kader'e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevab vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, ''Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.'' der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis'in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk'ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira "ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir" kaderle alakalı önemli bir düsturdur.
2- İNSÎ VE CİNNÎ ŞEYTANLAR
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, "Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik." (En'am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen "Şeyâtîn" kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (r.a) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar. (İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü'min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü'minler üzerine salarlar. Bu hususu te'yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (s.a.s), Ebu Zer (r.a)'e sorar: "İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah'a sığındın mı?" Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: "İnsanlardan da şeytan var mı?" Allah Rasulü cevabında: "Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler." (Müsned, 5/178) buyurur.
İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır. (Razi, 13/154; Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/5)
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimiz (s.a.s.)'den mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde: "Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nisbette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan'dır." (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davut, Salat 107; Nesei, Kıble 8; Kasame 48) buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (s.a.s), sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: "Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş!.." (İbni Mace, Edeb 44; Ebu Davut, Edeb 57; Müsned, 2/345)
İşte bunlar gibi daha pekçok rivayetlerde Allah Rasulü (s.a.s) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya "Şeytan" demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve "Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan" demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (r.a) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü'ne: "Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?" Allah Rasulü: "Evet" dedi. Ben de: "Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı?" diye sordum, yine "Evet" dedi. Bunun üzerine " O nasıl olacak?" deyince Allah Rasulü de: "Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi!.." cevabını verdi. Allah Rasulü'nün bu izahı üzerine "O zaman ben nasıl hareket edeyim?" diye sorunca da: "Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et!.." (Müslim, İmare, 52) buyurdu.
3- HZ. ADEM VE ŞEYTAN
Hz. Adem yaratılacağı âna kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lazımdı. Hz. Adem'e secde emri, söz konusu olunca, şeytan'ın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak İlâhî isimlerin tecelli ettiği bir yerdi. Evet, Cenab-ı Hakk'ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecelli etmektedir.. tecelli etmektedir ve mağrûr şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabii Cenab-ı Hakk'ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.
Hz. Adem, daha iskelet halinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: "Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var." (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/50) demişti. İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur'an-ı Kerim; "Derken şeytan onları oradan kaydırdı." (Bakara, 2/36) ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.
Şeytanın bütün işi, insanı cennetten ve cennete giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, İlâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah'a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o halden uzaklaştırmak ister. Mesela, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (s.a.s), esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: "Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın!" (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Edeb 125,128; Müslim, Zühd 56; Tirmizi, Edeb 7; Salat 156)
Mü'minin en ciddi olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü'mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun te'sirinde kalan mü'minin de işi bitmiş demektir.
Hz. Adem'in kime ne zararı vardı? O, Cennette, Cenab-ı Hakk'ın cemalinin cilvelerini müşahede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah'a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdetâ deli ediyordu. Değil mi ki o, O'nun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Adem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennetten kovulmalıydı. Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Adem'in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenab-ı Hakk ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve "sakın buna dokunmayın" demişti. Halbuki bu ağaca dokunma, Hz. Adem'in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Adem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Adem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı. Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnû (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: "Rabbinden bir takım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı)" (Bakara, 2/37). Yani O, "Allah'ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim." dedi. Hz. Adem'in, bu samimi arzusu ve yönelişi, sema-yı rahmeti harekete geçirdi. Adem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb'i de O'nun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle "Tevbe eden sanki o günahı hiç işlememiş gibidir." (İbni Mace, Zühd 30) Öyleyse Hz. Adem'e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira O, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hadiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Adem gibi bir Safiyyullah'a zelle isnad etmek en azından su-i edeptir.
Evet, Hz. Adem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (a.s) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlatlarını arkasına alıp yeniden Cennete yönelmesi gibi bir seyr-i sülûku sözkonusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyâlara indirmektedir.
Hz. Adem'in öğrendiği kelimeler hususunda pek çok rivayet vardır. Bize göre en kuvvetlisi, Kur'an'da geçen şu cümlelerdir: "Dediler: Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'raf, 7/23) Bunlar, bütün mü'minlerin dilinde her zaman vird-i zeban olan sözlerdir. Sanki babamız Hz. Adem ile anamız Hz. Havva tek bir dil olmuş, biz yavrularına ve gönül meyvelerine bu duayı öğretmişlerdir. "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, olanlar hep bizim hatamızdan kaynaklandı. Seni dinlememe bir zulümdür; bir zulümdür ama, biz bu zulmü işledik. Sen ise bize hep iyilik ettin. Bizi yoktan yarattın, vücud nimetini tattırdın. Sonra bize Cennet gibi bir yuva bahşettin ve bu yuvada bizi birbirimize enis ve dost yaptın. Aramıza sevgi ve muhabbet koydun. Beraberce Cennetin güzelliklerini ve senin cemalini seyretme arzusu ile içimizi donattın ve coşturdun. Ne var ki biz, bütün bunların kıymetini bilemedik. Geçici de olsa hata ettik ve fasid bir dairenin içine girerek şeytanı hoşnut ettik. Halbuki onun amansız ve apaçık bir düşman olduğunu Sen bize önceden haber vermiştin; bir hata daha ederek bunu da unuttuk.. unuttuk ve memnu meyveye el uzattık. Bütün bunlar oldu, ama neticede başkalarına değil, biz kendimize zulmettik. Zaten her günahın acı kaderi de budur. Günahkâr, ancak kendine zulmetmiş bir zavallıdır. İşte biz de, şimdi böyle bir zavallı durumundayız. Eğer mağfiretin imdadımıza yetişmezse biz hepten hüsrana uğrar ve kaybedenlerden oluruz."
Diğer bir rivayet, onların öğrendiği kelimeleri şöyle anlatır: "Seni tesbih ve takdis ederim Allah'ım. (Kurbiyetin noktasından) sana hamd ederim. (Ben uzağım Sen yakınsın) Senin ismin çok yücedir. Senden başka İlah yoktur. Ben nefsime zulmettim. Beni affet, günahları ancak sen affedersin." (Senden başka kim günah affedebilir ki ben onun kapısına gideyim. Benim onulmaz yaralarıma kim çare bulabilir ki ona müracaat edeyim. Afüv Sensin, Ğafûr Sensin, beni düştükten sonra âlâ-yı illiyîne çıkaracak yegane Rab de yine Sensin.) (Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 1/324)
Ayrı bir rivayet de İbni Abbas'tan şöyle nakledilir: Hz. Adem zellesi neticesinde ihtar alınca, Cenab-ı Hakk ile arasında şöyle bir konuşma cereyan eder. Söze Hz. Adem başlar:
-"Rabbim beni kendi elinle (kudretinle) yaratıp bana kendi ruhundan üflemedin mi?"
- Evet öyle yaptım.
- Ne buyurursun acaba, ben tevbe etsem beni eski yerime döndürür müsün?
- Evet, döndürürüm. (Hakim, Müstedrek, 2/545)
Hz. Adem (a.s), bu rivayetlerden hangisiyle müracaat etmiş olursa olsun, O'nun böyle içten ve yürekten yönelişi, Rahmet-i İlâhîyi gayrete, rahmet semasını harekete geçirmiş, geçici olarak kararmaya, kuraklaşmağa maruz kalmış olan Hz. Adem'in gönlüne, oradan sağnak sağnak rahmet yağmış ve onun gönlünde yeni yeşermeler yeni filizler oluşmaya başlamıştır. Bu ümittir ki, Hz. Adem'in canına can katmış ve tevbe arşiyelerini tamamlamada O'na yoldaş olmuştur.
Kâdı İyaz ise, Hz. Adem'in tevbesini ve o tevbenin kabülünü şöyle bir tablo ile resmeder: Hz. Adem, dua dua yalvardı. Gözyaşlarını ceyhun etti.. evet Dergâh-ı İlâhîden uzaklaştırılması O'nu o kadar üzmüştü ki, bir türlü kendine gelemiyordu. Nihayet Cennetten aklında kalan bir hatıra O'nda yeniden dirilme ümidini şahlandırdı. Hz. Adem, henüz Cennette iken, Cennet kapısında gördüğü bir levhayı seyre dalmıştı. Levhada "Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah" yazıyordu. Cennetin girişi bu cümle ile süsleniyordu. Adetâ "Muhammed" ismi, birden Hz. Adem'in karşısında temessül etti. "Allah'ım beni Muhammed hürmetine affet" dedi. Cenab-ı Hakk: "Sen onu nereden biliyorsun?" diye sorduğunda, Hz. Adem: "Arş-ı A'zam'da Senin mübarek adının yanında O'nun isminin yazılı olduğunu görmüştüm. Bundan anladım ki, nezd-i ulûhiyetinde teklifsiz biri varsa o da o zattır." cevabını verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'i affedip kurb-ı huzuruna kabul buyurdu. (Hakim, Müstedrek, 2/615)
4- ŞEYTAN VE VESVESE
Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan "vesvâs" kelimesinin şeytana isim olması da aynı manayla alakalıdır ki, şeytan "vesvesenin kaynağı" demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı zikredilir.
"Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf, 50/16) ayeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; "Şeytan Adem'e vesvese verdi" (A'raf, 7/20; Tâha, 20/120) manasına gelen bir çok ayet de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.
"Nefsin vesvesesi" tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler.. acizdirler de, onları sadece Cenab-ı Hakk bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, "Senin en büyük düşmanın nefsindir" (Keşfu'l-Hafa, c.1, s.143) diyen Allah Rasulü (s.a.s), işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk makes bulduğu yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbde hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri halinde tecelli eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.
Halbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır. Evet imanın kuvveti nisbetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salabet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Rasulü, bu hal ve durumu anlatırken, "İmanın ta kendisidir!" (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) buyurmuşlardır.
Kalbten çıkan manalar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten bir çok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddi şekilde alakadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalblerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.
Eğer, kalbten çıkan mukaddes manalara, arzettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira, mukaddes manaların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece, gündüzü; ak, karayı; iyi, kötüyü hatırlattığı gibi... Bu münasebetle gelen tahattura çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur. Eğer zihin, bu ve buna benzer hallere mübtela olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vaz geçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalbte değil sadece hayaldedir.
Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalb tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alakası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalaleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalaletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz halde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz halde tasdik edemeyiz. Zaten imkan da hiç bir zaman yakîne zarar vermez.
Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye mübtela olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terkettiklerinin farkına bile varmazlar. "Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer" (Buhari, İman 29; Nesei, İman 28; Müsned, 4/422; 5/350,351) hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhalde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.
Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslam'ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.
Buraya kadar şeytanın insana karşı bir silahı sayılan vesvese üzerinde durduk. Şimdi bu hususu bir kaç madde içinde özetleyelim:
a- Vesvese imanın kuvvetindendir
Herşeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese aslâ korkulacak birşey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alamettir. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, "Ya Rasulallah, vesveseye müptelayım" diyen birine, Efendimiz (s.a.s.)'in cevabı: "Endişe edilecek birşey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir." (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) şeklinde olmuştu. Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, Adem (a.s.) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Şeytan, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Vesveseye düşen mü'min, "Şeytan bütün cephelerde mağlup oldu; bu yüzden, şimdi de imana, İslam'a ait mes'elelerde vesvese ve şüphelerle beni meşgul etmek, hazineme el atmak istiyor; ama -inşaallah- benden birşey koparamayacaktır. Bu onun son çırpınışlarıdır; kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi, bir gün gelecek, o da benden birşey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir. Zaten gitmese de kapılar ona sürmeli. Beni koruyan kale çok sağlam ve Allah'ın izniyle onun buna birşey yapması sözkonusu değildir." diye düşünmelidir.
b- Vesvese kalbin malı değildir
Kalb vesveseden rahatsız olduğuna göre o vesvese kalbe mâl edilemez. Çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmazdı; zaten böyle bir kalble şeytan da uğraşmazdı.
Kalbin rahatsız ve tedirgin olması, kalb ve sahibinin vesveseye razı olmamasından ve vesvese ile o kalbin arasında mana ve mahiyet bakımından bir münasebetin bulunmamasındandır. Bunu, tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda meydana getirdiği arızalara karşı vücudun antikorları devreye sokması neticesinde hararetin yükselmesi gibi, kişinin vesveseye karşı reaksiyon göstermesi, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştahının ve ağız tadının kaçması.. gibi şeylerden de anlayabiliriz. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği, bizim malımız olmayan yabancı hayal, düşünce ve vesveselere karşı, ma'nevi yapımız, iman potansiyelimiz adeta antikor üreterek, bu şer ve şerâreler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer vücudumuz, herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen ona teslim oluyorsa -AİDS virüsüyle gelen mükavemetsizlik gibi- bizim de işimiz bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bunun ma'nası şeytan'a "Gel, ne istersen yap!" demektir. Zaten şeytanın istediği de budur.
c- Vesveseye maruz kalb, kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer
Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı düşünün ki bu, bileşikleri, tadı ve va'dettiği şifasıyla tam zemzem suyu gibi bir su kaynağı.. herkes tarafından malum ve meşhur hale gelmiş, dünyaca da kabul edilmiş bir mübarek kevser uzantısı... Şimdi, hain biri geliyor, sinsice o kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, "Eyvah" diyorsunuz; "Pınarım bulandı, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!" Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerine atılan o çer-çöpü götürecek ve safiyetini yine muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar gibi ise, o zaman onu bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiçbir zararı olmayacaktır. O toz, toprak zamanla akıp gidecek ve sizin o pislik kabul etmez kaynağınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil... Evet, işte vesveseye maruz bir kalble alakalı da böyle düşünülmelidir.
d- Vesvese iradî olmayıp, fiiliyata dökülmüyorsa insanı mes'ul etmez
Malum olduğu üzere, mükellef ve mes'ul olmada irade ve şuur esasdır. Hayvanların yanısıra, mecnunlara ve aklı, şuuru yerinde olmayanlara da teklif yoktur. Bu itibarla gelen vesveseler iradî olarak gelmiyor ve biz planımızı, programımızı yapıp, "gel" diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes'ul sayılmayız.
İrade, genellikle kendi kendine gelen vesvese ile karşı karşıya kalır ve davetsiz geldiğinden dolayı da ona karşı mukavemet edemez. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile iradesi dahilinde olmadan, gördüğü, duyduğu, okuduğu şeylerle de bir takım hatıralara, hayallere, düşüncelere maruz kalabilir. İnsanın bu hali, yaratılışın muktezası olduğundan çok defa bunlardan kurtulmak da mümkün değildir.
e- Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla iyi bilindiği zaman kat'iyen zararlı olmaz. Zira Kur'an'da, "Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır" (Nisa, 4/76) buyurularak, şeytanın tuzaklarının zayıflığına işaret edilmektedir. Evet şeytanın hilesi var ama, tutarsızdır ve yok gibidir. Mesela, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağını gerip yolunuzu kapatmış. Şimdi böyle bir durumda geri mi dönersiniz, yoksa yolunuza devam mı edersiniz? Örümcek ağı, sizin ilerlemenize mani olabilir mi, olamaz mı? Şüphesiz hiçbir şey yokmuş gibi onu bir engel gibi görmez ve yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz (s.a.s), şeytanın, kimsenin elinden tutup dalalet, küfür ve günaha sürükleyemeyeceğini ve zorla kötülük yaptırıp günah işletemeyeceğini beyan buyurur. (Bkz: İbrahim, 14/22) Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip cazip ve çekici göstermektir. (Bkz: Muhammed, 47/25; En'am, 6/43) İyiyi de kötüyü de yaratan, dalalete de hidayete de sevkeden ancak Cenab-ı Hakk'tır. (Bkz:Fatır, 35/8; Hadis için bkz: İbni Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, 4/409,410) Şeytanın vesveseleri, rengarenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir; ilk bakışta insanı çabuk etkiler ve kendine çeker. Bu cazibeye kapılanlar için o cazip görülen şeyin altında derin çukurlar bulunur, hem de kilometrelere ulaşan derin çukurlar...
Hülasa, gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese aslında, üflemekle uçup giden bir tüy kadar zayıftır. Veya bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer, ama ardından ne yağmur gelir ne de yel!.. Bir başka ifade ile o, uçak yolcularının her zaman hissettikleri bir hava boşluğu gibidir ki içine girilince ne feryat etmeye değer ne de dövünüp yakınmaya!..
f- Vesvese, üzerinde durulmaz ve dert haline getirilmezse hiçbir zarar vermez
Düşüncenize bulaşıp da duygularınızı kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Zira vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek kadar zayıf ve gelip geçici bir iz, bir leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü, bir yansımadan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise, akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şek kaynaklı bir vesvese ise, akla, düşünceye ve kalbe kat'iyen tesir etmez, kirletmez ve zarar da vermez. Hz. Bediüzzaman'ın yaklaşımıyla, elinizde tuttuğunuz aynaya, karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, o aynadaki yılanın elinize zararı olmadığı, ya da aynaya akseden bir pislik elinizi kirletmediği veya yanan ateşi elinizdeki aynaya tevcih ettiğiniz zaman eliniz yanmadığı, keza elmasa zararı olmadığı gibi şeytanın dışta, ya da içte müessiriyet ölçüsünde herhangi bir zararı sözkonusu değildir.
Evet, üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz takdirde vesvesenin hiçbir zararı olmaz. Öyle ise ona hep tepeden bakmalı ve "Allah (c.c.)'ın izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarız" denmelidir.
g- Vesvese zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiğinde az dahi olsa vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvesenin zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman o zararlı olabilir. Yani üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman büyütülebilir.. büyük görüp önem verdikçe o da büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelebilir. Bir arı-kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden onun önünden geçer gidersiniz.. onlar da size ilişmez. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar, biz de onu cazip bulur ve işletirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir; gelir ve biz bunun farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele nefsaniliğe bakan, bedeni tesir altına alan manzaralar karşısında... Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film haline getirir. Halbuki şeytana ait olan, o ilk dar sahnedir. Öyleyse o ilk oltaya takılmamak, oyununa gelmemek ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin; biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
h- Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdır
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda, daha da zararlı bir hastalık, hatta zamanla meleke haline gelebilir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır, kalben, fikren ve im'ân-ı nazarla (iyice tetkikle) derinleşip, o meseleyi kendine mâl eder; derken kendisinde o, bir huy haline gelerek onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye'se düşüp, büsbütün bir yenilgi ifadesidir. Böyle biri, ümitsiz bir halde "Artık ben mahvoldum" deyip, mağlubiyeti kabul eder ve merkezi, şeytanın kullanmasına hazır hale getirir ve hatta ona bırakır. Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madeni parlama gördü diye, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevkeder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha hareketine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen böyle bir davranış taktik bilememenin ve düşmanı tanıyamamanın ifadesidir. Bütün bunlardan açıkça görülüyor ki, şeytanın vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıveriyor. Evet, dikkat etmeli ve onu hayalimizde, düşüncemizde büyütmemeliyiz.
ı- İbadet ile vesvesenin manyetik alanından hemen uzaklaşıp, onun psikolojik tesirinden çıkılmalıdır!..
Vesveseye karşı sizi onun manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunmak çok önemlidir. Hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey ârız olduğunda, söz gelimi insan birşeye gadaplandığında ayakta ise oturmalı oturuyorsa ayağa kalkmalı veya kalkıp iki rekat namaz kılarak, iç dünyasında bazı değişiklikler yaparak içerisindeki sisi, dumanı dağıtacak birşeyler yapmalıdır. Evet, irade devreye sokularak, insan psikolojisine tesir edebilecek ve elde olmadan içine düşülen hava boşluğundan onu çıkaracak veya tutulduğu elektrik akımı gibi o güçlü vakumdan onu çekip alacak, küçük de olsa mutlaka bir vesile aranmalıdır. Efendimiz (s.a.s), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere- yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca "Burayı derhal terkedin; şeytan burada hakimiyet kurmuş" (Müslim, Mesacid 309; Ebu Davut, Salat 11; Tirmizi, Tefsiru sure 20; İbni Mace, Salat 10; Muvatta, Salat 25) şekilde ikazda bulunmuştu. Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve şayet bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad-u ezkâr, Allah'ı ilan ve O'nunla irtibatlanma bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hatta bir taarruzdur.
Burada, Efendimiz (s.a.s)'ın şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını hatırlatıp geçelim. Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği manalara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Rasulü'yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lahutî hatıralara dalmalıyız ki, şeytânî buuda yer kalmasın. Efendimiz (s.a.s)'in Mirac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hatta esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenir ki, bu mesele sahih sünnette olmasa bile üzerinde durmaya değer. Keza bir yerde, sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazen yumruğu sıkıp meydan okuma, bazen de hafife alma manasına tebessüm edip geçme onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesi sayılabilir.
Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum: "Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla eline ne geçecek? Bakacaksın, o boş... Daha ileri götürsen, yine boş... Kaldı ki, imanından ötürü duyacağın, sana vereceği pişmanlık ve ızdırabı da unutmamalısın. İşte, sonu böylesine boş, ızdırablı ve karanlık olacak bir bakışın artık ne manası olabilir ki!" Zaten, insan kendini böyle iknâ etmeye çalışırken o haram manzara da kaybolup gitmiş olur.
Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte ondan daha mükemmellerinin elde edilebileceğini düşünmekle de izale edilebilir.. hiç olmazsa ta'dil edilebilir. Kur'an'ın pek çok yerinde, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu ve gerçek hayatın ahiret hayatı; yaşanacak gerçek yurdun da, ahiret yurdu olduğu ifade edilir. (Âl-i İmran, 3/185; Ankebut, 29/64) Biz de, bu türlü durumlarda, dünyanın bütün güzelliklerine karşı "İsteyene ver Sen onu, bana Seni gerek Seni" demeli ve o anlamsız hülyalardan uzaklaşmalıyız. Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi, sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin. Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese onun kendi gırtlağına takılıp kalacaktır.
Yine "Allah Rasulü (s.a.s) ve O'nun sadık yaranı ve arkadan gelen salihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?" diyerek de, şeytanın bu mevzuda telkin etmek istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmede bir yararı olur zannediyorum.
i- Abdest ve namazda "eksik mi yaptım?" şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir.
"Abdest ve namazımı yanlış ve eksik mi yaptım acaba?" şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama, mükerreren oluyorsa, mesela bir insan, abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşüyorsa, hiç vesveseye meydan vermeden o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekat kıldığı mevzuunda vesveseye mübtela ise namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir.
j- Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine üzerine gidilmelidir.
Vesvesenin üzerinde durmadan tam tersi istikamette yürümek lazımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, "Mezheplerimizden birine uyar" deyip geçmek maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim. Bu türlü durumlarda esas olan şeytanın canını okuyup vesveseyi def etmektir.
Vesvesenin faydalı yanı da vardır. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, vesvese çok kimsenin özellikle de hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberektir. Tıpkı saat zembereği gibi onun kalbi de vesveseye karşı kurulu kaldığı sürece, daima çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür; çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. Evet, itikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü'minde böyle bir "Cihad-ı Ekber"i yaptırtan ve ona gazilik sevabı kazandıran kaynak, vesvesedir.
Diğer bir yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Mü'min, işini halletmiş olmanın ve duruma hakimiyetinin verdiği rehavet ve rahatlık içinde, uyku bilmez bir düşman olan şeytanın çukurlarından herhangi birine düşebilir; düşmemek için, daima tetikte bir asker gibi hep uyanık olmalıdır. Hasta, hastalık vasıtasıyla Allah (c.c)'a karşı yalvarış ve yakarışa geçtiği gibi vesveseli insan da her vesvese emaresi karşısında: "Aman ya Rabbi" der ve kendini o ifritten kurtarıp gerilime geçer.. geçer ve günahları içeri almayacak bir kalenin içine girer, kurtulur. Elverir ki o, vesveseyi büyütüp, zararlı hale getirmesin... (Vesvese ile alakalı bkz: Bediüzzaman, Sözler, 21. Söz'ün ikinci makamı)
5- ŞEYTAN PORTRESİNDEN BAZI KESİTLER
a- Şeytan'ın insana teması
Şeytan, insanlığın babası Hz. Adem'e düşman olduğu gibi, O'nun evlatlarının bütününe de aynı şekilde düşmandır. Daha insan bir sperm halinde rahm-i mâdere düştüğü andan itibaren, şeytan hemen ona parmak karıştırmak ister. Onun içindir ki, Efendimiz (s.a.s) bize; "Ailenize yaklaştığınız zaman: "Allah'ım şeytanı bizden, bize lutfedeceğin şeyden ve bizi de şeytandan ırak tut!" deyin." (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Tirmizi, Nikah tavsiyesinde bulunur. Zira "mukârenet" halinden itibaren cin ve şeytanların müdahale edeceği bir atmosfer ve hava meydana gelmeye başlamıştır. Şayet, böyle bir dua paratoneri olmazsa, şeytanın şerli şerâreleri, ana-babaya ve onlardan meydana gelecek çocuğa da zarar verebilir. Bilhassa ceninin hususi durumuna tesir edebilecek hadiselere sebebiyet verebilir. Bu sebepledir ki, yine Allah Rasulü (s.a.s) şöyle buyurur: "Her doğan çocuğa şeytan mutlaka temas eder. Ancak Meryem ve Hz. İsa bundan müstesnâdır." (Buhari, Enbiya 44; Bedü'l-Halk, 11; Müslim, Fezail, 147) Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarının şârihleri bu hadis üzerinde uzunca durmuşlar ve "Hz. Mesih'e temas etmeyen şeytan, acaba Efendimiz'e temas etmiş olabilir mi?" sorusuna cevap aramışlardır. (İbni Hacer, Fethu'l-Bari, 6/541,542; Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim, 15/128,129) Bence meseleyi bir mukayese üslubuyla ele almaya gerek yoktur. Elbette Efendimiz'e şeytan temas edememiş veya etmemiştir. Ancak bu mevzuda Hz. Mesih'in bir hususiyeti vardır. O Cibril'in nefhası ile yaratılmıştır. Bu sebeple de şeytan ona hiçbir suretle dokunamamıştır. Kur'an'da bu hususiyet ele alınarak şöyle anlatılır:
"İmran'ın karısı demiştir ki: 'Rabbim karnımda bulunanı bütün kayıtlardan âzâde tam hür olarak Sana adadım, benden kabul buyur. Şüphesiz Sen işiten ve bilensin.' Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir- şöyle dedi: 'Rabbim onu kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu, kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.' Rabbi onu en güzel bir şekilde kabul buyurdu." (Âl-i İmran, 3/35-37)
İmran'ın hanımının yaptığı dua ve bu duanın kabul olması, Hz. Meryem'in ve Hz. Mesih'in, şeytanın temasından korunmasına bir vesile teşkil etmiş. Ve şeytan, Hz. Mesih'e ömrünün hiç bir döneminde dokunamamıştır.
Mevlânâ Şiblî kaydediyor: Hz. Mesih delikanlılık çağındaydı. Bir gün karşısına şeytan dikilmiş ve O'na uygunsuz şeyler telkin etmeye çalışmıştı. Mesih, her defasında ona reddedici mukabelede bulununca, Şeytan ona öyle ise "Sen Allah'ın oğlusun" dedi. Mesih de, "Hayır, ben sadece bir kulum" cevabını verdi. Şeytan, "Yeryüzünde senden aziz kimse yok" dedi. O yine kendisinin bir kul olduğunu söylemekle iktifa etti. Râvi diyor ki: Mesih, canı dudağına gelmiş gibi sıkılmış, bunalmış ve cevap vermekten yorgun düşmüştü ki, işte o esnada Cibril imdada yetişti ve vurduğu bir sille ile şeytanı yerin dibine ve geldiği yere gönderdi. Şeytan artık, O'nun ruhuna karanlık duygular salamaz oldu. Çünkü O, Ruhullah'tı ve daha önce hakkında yapılan dua, makbul olmuşdu.
Her insanda şeytanın bir nasibi ve lümmesi vardır. O, bu lümme yoluyla üfledikleri ile insanı tesir altına alır. Efendimiz (s.a.s)'den bu lümme meleklerce alınıp atılmıştır. Hadise ya Efendimiz'in çocukluğunda ya da O'nu mi'raca hazırlama esnasında cereyan etti. Şöyle ki, kalbi yarıldı ve siyahımsı bir parça oradan alınıp atıldı. Bu müdahaleyi yapan gök sakinleri, o esnada birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı: "İşte şeytanın ondaki nasibi budur." (İbni Hişan, es-Sîre, 1/173; Taberi, 15/3) (Yani artık onda şeytanın nasibi yoktur ve artık ona şeytan temas edemeyecektir.) Lümme-i şeytan, hakikat-ı Ahmediye'den, âyân-ı sâbite keyfiyetiyle alınıp atılmış ve Efendimiz (s.a.s)'in nazarı mütemadiyen Cenab-ı Hakk'a müteveccih hale getirilmiştir. Bir başka ifade ile O'nun nazargâhı, hep uluhiyet âlemi olmuştu...
b- İnsanın cibilli düşmanı
Şeytan, insanın cibilli düşmanıdır ve insanı takva libasından etmek için elinden gelen herşeyi yapar. Bu ise insanın Allah'dan uzaklaşması demektir. Her halde bir insanın bu hale düşmesi, şeytanı sevince boğar. Kur'an, bu mevzuda bizi uyarır ve dikkatli olmaya çağırır. "Ey Ademoğulları! Şeytan ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belaya düşürmesin. Çünkü o ve tayfası, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık." (A'raf, 7/27)
Şeytan durmadan sizin ayıp ve kusurlarınızla uğraşır ve hakkınızda ne planlar ne planlar çevirir. Ve tabii en başta sizi takvadan uzaklaştırır. O sizi şehvetle vurduğu zaman yolların en kestirmesini bulmuş demektir. Zira şehvet iradeyi gevşeten ve insanı şeytanın oyuncağı yapan en tehlikeli bir silahtır. O size daha hilelerle yaklaşır ama, siz bunları sezemezsiniz. Çünkü o sizi, sizin onu görmediğiniz yerlerden, yani size ait boşluklardan temaşa eder. Siz onun tayfasını da göremezsiniz; çünkü o ve kabilesi, sizin göremiyeceğiniz tabyalarda mevzilenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda sızar gelir ve sizi kalblerinizden vururlar. Ayrıca ayette "Biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık." buyurulmaktadır ki, insan, inancı nisbetinde şeytana buğzeder ve ona karşı tavır alır. İnanç azaldıkça da şeytanla dostluk bağları kuvvet kazanır.
Öyle ise ey inananlar! Sakın şeytana kanmayın ve onun oyunlarına aldanmayın. Ortada kurtuluşa taşıyan bir Sefine-i Nuh var; bu sefine, imandır, Rabbe bağlılıktır. Ona binin ve şeytânî tayfların, şeytânî dalgaların sizi sizden uzaklaştırmasına meydan vermeyin! Zira onun dalgaları araya girerse kurtulamaz ve "Bugün kurtulan yoktur" ayetinin şumulüne dahil olursunuz. İşte, böyle bir akıbete düşmekten korkun, sahilden ayrılmayın ve ilk fırsatta sefineye girmeye bakın!. Yani sürçme ve düşmelerinizle, tevbe arasında öldürücü fasılalara takılmayın" Yani hemen istiğfar ve tevbeye koşun! Kalb ve kafanızı daima murakabe altında tutun; tutun ki, şeytan ve avanesi o mahrem açıklarınızdan içinize sızmasınlar. Hatta hayallerinizi bile mutlaka korumaya çalışın ki, o hayallerinizde size fısk kapılarını açmasın. Evet, ona böyle bir adım atma cesareti vermesin. Çünkü her adım bir başka adımla neticelenir ve sonunda şeytan da asıl istediğini elde etmiş olur. Böyle birşeyin olmaması için, şeytandan size bir dürtü geldiğinde, hemen istiaze edip kendinize geliniz ve Rabbiniz olan Allah'a sığınınız. İşte her zaman üzerinde durulacak yol budur ve Kur'an size bu yolu salıklamaktadır. "Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen vesveseler dokunduğu zaman, (Allah'ı) hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'raf, 7/201)
İşte bu, şeytandan gelebilecek herhangi bir esinti, tesir ve tayf karşısında takva dairesine girmiş insanların tavrıdır. Hayallerinizde olsun, az çizgiden çıkmanız, istikametinizi koruyamamanız, sizi onların kuklası haline getirir. Aksine, gönlünüz takvaya, gözleriniz de hakikata açık olursa, İlahî siyanet altında sayılırsınız. Evet, takva ehlinin kalbine, gönlüne ve kafasına şeytanın yol bulup girmesi mümkün değildir. O, olsa olsa onların ancak, hayal harimlerinin dış avlusunda dolaşabilir.
c- Dört cihetten saldırması
Şeytanın, insanoğluna olan kin, nefret ve düşmanlığı, Rabbi karşısında da onu bir hayli küstah hale getirmiştir. O, önce Rabbinden mühlet istemiş, mühletin verilmesi üzerine de, tuğyan ve küfrünü ilan etmiştir. Onun bu tavrını Kur'an-ı Kerim şöyle nakleder: "İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın." (A'raf, 7/16-17)
Şeytan, kendi gittiği ve insanları götürmek istediği yolun batıl olduğunu bilmekte ve yaptığı şeyleri bile bile yapmaktadır. Evet o, Cenab-ı Hakk'a karşı "Senin doğru yolunun üzerine oturacağım" demektedir. Doğru yolun, ancak İlâhî yol olduğunu şeytan dahi tasdik etmekte ve bu ifadeleri ile, insanları saptırma işinden asla vazgeçmeyeceğini ilan etmektedir. İlan etmekte ve durmadan insanların gönüllerine vesveseler salmaktadır.
"Sonra onlara önlerinden geleceğim."
Yani ileriye matuf, ahirete müteallik meselelerde onları tereddüt ve şüpheye düşüreceğim. Onları, ahirete, Cennet ve Cehenneme inanmaz hale getireceğim. Bu suretle de onlar, hayatlarını ahirete göre tanzim etmeyi düşünmeyecekler. Aradıkları her şeyi maddede arayacaklar. Hep birer maddeci, birer materyalist ve birer pragmatist olarak yaşayacaklar. Onların ahirete karşı ümit ve iştiyaklarını söndürerek onları, amelsiz, azimsiz yığınlar haline getireceğim.
"Ve arkalarından geleceğim."
Yani dünyanın devamlı ve sürekli olduğunu onlara telkin ederek içlerine tûl-i emel salacağım. Dünyada ebedî kalacak gibi hep çakırkeyf yaşayacaklar.. ve dünya nimetlerini onlara o kadar güzel göstereceğim ki, başka güzel tanımaz olacaklar. Zaman olacak Ebedî güzeli ve ebedî güzellikleri görmek için içlerinde hiçbir rağbet kalmayacak.
"Ve sağlarından geleceğim."
Yani yaptıkları hayırların içine dahi şeytanlık karıştıracağım. Hasenâtlarını süslü-püslü göstererek yaptıklarını bulandıracağım. Bazen de, iyiliğe giden yolları onlar için kapamaya çalışacağım. Ve bid'atleri yaygınlaştırmak suretiyle dinin ruhunu onlara unutturacağım. Küçük bir âdâp dahi kabul edilemeyecek fiilleri, onlara din diye kabul ettireceğim. Onlar da dediklerimi yapacaklar ve dinin temel prensiplerini ihmal veya terkte hiç mahzur görmeyecekler.
"Ve sollarından geleceğim."
Yani bütün günah çeşitlerini onların üzerine salacak, bâtılı terğîb ve teşvik ederek her kötülük için onlara davetiyeler çıkaracağım. İçlerini gıdıklayarak, şehvetlerini tahrik edeceğim. Kadını erkeklere, erkekleri de kadınlara salarak onlara kendi dünyalarında, iffetsiz, ismetsiz ve tutarsız hâle getireceğim.
İmam Şakik, konuyla alakalı olarak şu hususları kaydeder:
Her sabah şeytan, bana dört yanımdan, yani önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan gelir ve beni yoldan çıkarmaya çalışır. Önümden gelirken şöyle der: "Korkma! Allah Ğafûr ve Rahîm'dir." Ben de, ona: "Ben tevbe ile iman edip salih amel işleyenleri bağışlarım." (Tâhâ, 20/82) ayetini okurum.
Arkamdan gelirken, çocuğum olursa fakir kalacağımı söyler ve beni fakirlikle korkutmak ister. Ben de "Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah'a aittir." (Hûd, 11/6) ayetini okurum.
Sağımdan gelirken medh ü senâ ile gelir. Ben de "Netice Allah'tan korkanlarındır." (A'raf, 7/128) ayetini okurum.
Solumdan gelirken de şehevî şeylerle gelir. O zaman da "O gün onlarla arzuladıkları şeyler arasına perde çekilmiştir." (Sebe', 34/54) ayetini okurum. Ve bu mukabelelerle şeytanın şer ve vesvesesinden kurtulurum.
Ayette dört cihetin zikri, şeytanın vesvese verme gayretindeki ciddiyete işaret içindir. Yani o, mümkün olan her cihetten geleceğini söylemektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'den nakledilen şu hadis-i şerif de bunun tefsiri gibidir:
"Şeytan, Ademoğlu için İslam yolunda oturur ve: "Babalarının dinini terk mi edeceksin?" der! O da şeytana isyan edip müslüman olur. Sonra hicret yolu üzerine oturur ve "Yerini yurdunu terkedersen garib kalırsın." der. Mü'min yine onu dinlemez ve hicret eder sonra cihad yolu üzerinde durur, o muhacir mü'mine "Savaşa gidersen öldürülürsün, malını taksim, karını nikah ederler." der. O da bu son engeli de aşar ve yoluna devam eder. (Nesai, Cihad, 19; Müsned, 3/483)
İşte bu haber, şeytanın vesvese verme konusunda mümkün olan her yolu denediğini göstermektedir.
Dört cihetin zikredilip, üst ve altın zikredilmemesindeki hikmet ise, insanın ruhî saadetlerinin gitmesini tevlid edecek kuvvelerin, bedenin zikrolunan yerlerine yerleştirilmesi sebebiyledir.
Ayrıca şöyle bir rivayet de vardır:
Şeytan bu sözü söyleyip dört ciheti sayınca, melekler, insanlara acıyıp Cenab-ı Hakk'a şu niyazda bulunurlar: "Ey Rabbimiz! Eğer şeytan onları bu dört cihetten istilaya kalkarsa insanlar nasıl kurtulacaklar!." Bunun üzerine Cenab-ı Hakk da onlara şu hitapta bulunur: "İnsan için iki yön kaldı: Üst ve alt. Saygı ile ellerini yukarıya doğru kaldırır; dua ve huşu ile alnını yere koyarak secde ederse, onun yetmiş senelik günahını affederim." (Râzî, Mefatihu'l-Gayb, 14/42)
d- İnatçı ve azgın şeytan
Şeytanın Rabbine karşı tuğyanı, Nisa Sure-i celilesinde şöyle anlatılır: "Allah'a şirk koşanlar, Allah'ı bırakarak yalnız dişilere taparlar. Ve onlar böylece, inatçı ve azgın şeytandan başkasına tapmazlar. Allah onu lanetledi. O da, "Andolsun ki, senin kullarından belirli bir pay edineceğim; elbette onları saptıracağım, herhalde onları kuruntularla oyalayacağım; elbette onlara emredeceğim ve hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler" dedi. Ve artık kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost ve arkadaş edinirse herhalde açık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara vaadde bulunur, onları kuruntulara düşürür. Şeytan onlara kuru ve boş aldanma vadeder." (Nisa, 4/117-120)
Şimdi de, bu ayetten anlaşılması gereken bazı hususları kısaca izah edelim: "Allah'a şirk koşanlar, Allah'ı bırakarak ancak dişilere dua ederler; dişileri çağırır ve Allah'ı (c.c.) bırakır onlara kulluk yaparlar." Merhum Hamdi Yazır'ın bu ayetle ilgili tahlili fevkalade güzeldir: "Onların gönül verip yalvardıkları veya namına davet ettikleri mabutları dişiler olur. Bunların nazarında ilah mefhumu ve mabud tasavvuru herşeyden evvel bir kadın hayâlidir. Ve bunun içindir ki, putlarının ekserisi kadın suretinde ve kadın ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fâil (yapıcı) görmek istemediklerinden, mabudlarını müessir, hakim ve faal olmak üzere değil, kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, hevalarına râm olacak dişi unsurlarda ve münfail (te'sirde kalan) durumlarda ararlar. Ve bu halet-i ruhiyeden dolayıdır ki, bir işte kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve acizleri seçerler.
Müşrik ruhunun, mabuddan gayesi kadındır. Onun nazarında taabbüdün en büyük misali kadına taabbüddür. O, bütün zevkini ve bütün ilhamını kadından almak ister, kadın zevki onun için en büyük lezzettir.
Onun bütün hülyalarının başında bir kadın hayali vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların ve hele ekserisinin kadın ismiyle isimlendirilmiş olması da, böyle toplumlarda, kadına tapmanın ruhlara hakim olmasından doğmuştur. Putların mevkii buna bir remiz ve bir timsal olmaktan ibarettir. Bu suretle fevkalade veya muhayyel güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların hayalleri karşısında diğer kadınlar tahkir edilecektir. Hatta en çirkin bir kadının, en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, mabudunu kadın telakki eden müşriklerin elinde hakiki kadınlar öyle aşağılık hâle getirilirler ki, hürmet şöyle dursun, onlar en basit insanî haklardan dahi mahrum edilirler.
|
mahonick ÜyePuan: 1768.5 | Gönderilme Tarihi: 28 Ekim 2010 22:16:37 | # 2
İddiaya bakarsınız kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız, kadın oyuncakların en sefili haline gelmiştir. İşte bu, müşriklerin öyle bir dalaleti ve şeytanların öyle bir desisesidir ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın iması karıştırırlar. Güneşe taparlar, onu dişi tasavvur ederler; yıldıza taparlar, onu da dişi sayarlar; meleklere taparlar, onlara da -haşa- Allah'ın kızları derler.. ve bu suretle bütün ibadet zevkini şehvette toplayıp, hak ve hakikatları hayallere feda ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayaklar altında süründürürler.
''Ve onlar böylece, inatçı ve azgın şeytandan başkasına tapmazlar." Bunu onlara yaptıran, o azgınlık eden şeytandır. Onların dişilere tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya mukaddimesi yada neticesidir. Muhabbetlerinin en hâlisini Allah'a tahsis etmeyip de mecazî mahbuplara sarfedenler, şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan kurtulamazlar. Ve bu çizgideki "Kadınlar şeytanın ağlarıdır" denilmiştir. Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok böyle bir çelişki ağında çırpınan kadınla aldatırlar." (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 3/86)
Bu mevzuya işaretle Allah Rasulü: "Kadın şeytan suretinde gelir-gider. Sizden birisi bir kadın görürse hemen hanımına dönsün. Bu hareket onun nefsindekini giderir" (Müslim, Nikah 9; Ebu Davut, Nikah 43; Müsned, 3/330) buyurmaktadır. Ve yine Allah Rasulü, müminlerin, şeytanın bu tuzağına düşmemeleri için ikaz sadedinde şöyle buyurmaktadır: "Dikkat edin! Bir erkek yabancı bir kadınla başbaşa kaldığında muhakkak üçüncüsü şeytandır." (Tirmizi, Rada' 16) Ayette şeytana, "hayır ile alakası olmayan" anlamına gelen "Merîd" denilmektedir. Türkçedeki "meret" kelimesi, ihtimal bunun bozulmuş halidir. Aslında bu kelimenin kökünde "kaypaklık" manası da vardır ki, şeytanın mümeyyiz hallerinden birisi de işte bu kaypaklığıdır.
O merîd şeytan lanetlenince, Cenab-ı Hakk'a karşı küstahça, hâlen veya kâlen beş hususu söylemiş ve bu suretle Allah'ın kullarına musallat olarak onlardan nasiplenmeye karar vermiştir. İşte bunlar şirkin başı ve sapıklığın da kaynağıdır.
Şeytan, Cenab-ı Hakk'a karşı, insanları saptıracağını söyledikten sonra söze: "Herhalde onları kuruntularla oyalayacağım" şeklinde başlaması bize şunu anlatıyor ki; şeytanın insanları saptırmakta, onların kalblerine attığı ümniyeler kadar kuvvetli bir başka silahı yoktur. Diğer bir ifadeyle, şeytanın insanları saptırmakta en büyük ve en kuvvetli hilesi, kalblere attığı ümniyelerdir.
Ümniye; dipsiz emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, batıl idealler ve manasız kuruntular demektir.
Ümniye, insanlarda iki şey meydana getirir: Hırs ve uzun emel. Bunlar, insanla beraber doğmuş bir çok kötü ahlakın da menşei sayılan, hatta insanın ayrılmaz bir parçası olan öyle iki özelliktir ki Allah Rasulü: "Ademoğlu ihtiyarlarken onda iki huy gençleşir: Hırs ve uzun emel" (Buhari, Rikak, 5; Müslim, Zekat, 115; Tirmizi, Zühd, 27) buyurarak bu hakikati ifade etmektedir.
Hırs, iç huzursuzluk ve bir çok ma'nevî hastalığı da beraber getiren bir hastalıktır. Hırslı insan emeline nail olabilmek için, zamanla inandığı esaslardan dahi taviz verebilir. Uzun emel ise, insana ahireti unutturur.
Burada, asrımızda çok yaygın olan dünya ve ukbada insana, hiç bir fayda sağlamayacak mahiyetteki boş ideallerin, şeytanın telkini olduğunu belirtmekte fayda var.
İdealizm: Varlığın düşünceden ibaret olduğunu söyleyen ve onun felsefesini, bu temel üzerine yerleştiren bir görüşün adıdır. Bu felsefe umumi manada, her türlü varlığı, düşüncenin bir meyvesi ya da bizzat düşüncenin kendisi kabul eden bütün anlayışlara açıktır.
İdealizm, Yunanca "İdea" kelimesinden türetilmiştir. "İdea" ise, sinirlerin intibahı olmaksızın, kafada canlanan bir hayal ve bir imge (gerçekleşmesine imkan bulunmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan düşünce) demektir. Bu manada ideacılığın kurucusu antik çağ Yunan filozofu Platon'dur.
İdealistler, bütün hakikatin aslının "benlik"te olduğunu kabul ettiklerinden, nefsin ümniyelerini, her hakikatin menşei gibi farzederler. Bu faraziye sebebiyle de, tarihte muvaffak olmuş bütün büyük adamları idealci kabul etmektedirler.
Tabii ki iş bu kadarla da kalmaz; Uluhiyet ve nübüvvete ait meseleleri de bu yanlış yolla hallettiklerini ifadeden de geri durmazlar. Peygamberi bile, bir gaye-i hayâle bağlanmış, sonra da nübüvvet davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler.
Ne kadar ters bir yaklaşım! Oysaki Cenab-ı Hakk, bu mevzuda şöyle ferman etmektedir:
"(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir Rasûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi ayetlerini (peygamberlerin kalbinde ve zihninde) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir imtihan (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler." (Hac, 22/52-53)
Kur'an-ı Kerim, bilhassa bu ayette, nübüvvet ve risaletin bir ümniye ve bir ideal işi olmadığını anlatmaktadır zaten. Konuştuğu zaman vahiyle konuşan bir nebiye, ümniye de yakışmaz. Zira nübüvvet, tamamen Allah'tandır. İdeallere ise şeytan karışabilir.
Onun için çekinmeden söyleyebiliriz ki, yüzde yüz masum ve yüzde yüz doğru hiçbir ideal yoktur. Zaten aksini kabul de, şeytanın bir başka oyunudur. Zira heves, bazen fikir suretinde görünebilir.
Şayet şeytan sağdan gelirse, bu ümniyeler din ve diyanet adına yapılır.. yapılır ve böylece nice sapık kuruntulara girilir. Bir mümin için şeytanın en tehlikeli oyunu da, onun sağdan gelmesidir. Çünkü şimdiye kadar şeytanın bu oyunuyla, nice serkeş kendini veli ve nice sapık kendini beklenen son mehdi zannetmiş.. yine nice yalancı, peygamberliğini ve nice firavun da ilahlığını ilan etmiştir. Zavallı insanlık, şimdiye kadar nice liderlerin arkasından sürüklendi ki, bunların ekserisi, yuları şeytanın elinde birer azgındı.
e- Hilkatin değiştirilmesi
Kur'an-ı Kerim, şeytanın, insana olan kin ve nefreti ve ondan intikam almak için daha neler yapabileceğini sık sık hatırlatır ve ona karşı tetikde olmamızı emreder. Geçen bölümden devâm edegelen ayetler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil eder:
"Elbette onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar." (Nisa, 4/119)
Betk, kesmek demektir. Arap keskin kılıca "Seyf-i betîk" der. Cahiliye devrinde, deve beş batın doğurur ve sonuncusu erkek olursa, o devenin kulaklarını yararlar ve ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Putlara kurban etmek için ayrılan develerin kulaklarının kesildiğini söyleyenler de vardır. Onların işledikleri bu şeyler apaçık bir isyan olmasına rağmen, bunu ibadet olsun diye yapıyor ve isyanlarını katlıyorlardı. (Âlûsi, 5/149,150; İbni Hişam, Sîre, 1/91-93)
"Ve yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler." (Nisa, 4/119)
Bu ayette zikredilen değişikliğin neler olabileceği hakkında müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz, burada onların zikrettiklerini hülasa etmenin yanında bazı tamamlayıcı bilgiler de arzedeceğiz.
Bazılarına göre, Allah'ın yarattığını değiştirmekten maksat, Allah'ın dinini değiştirmektir. Bu görüş, Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Hasan, Dahhak, Mücâhid, Süddî, Nahaî ve Katâde gibi imamların görüşleridir. (İbni Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, 2/368) Böyle bir yaklaşımda iki mâna sözkonusudur.
Birincisi: Allah (c.c), insanları İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Nitekim Allah Rasulü, "Her yeni doğan çocuk, İslam fıtratı üzere doğar" (Buhari, Cenaiz 92; Ebu Davut, Sünne 17; Tirmizi, Kader 5) buyurur. Cenab-ı Hak, Âdem zürriyeti, birer zerre halindeyken, onları şâhit tutmuş ve onlar da, Allah'ı Rab kabul edip şâhit olmuşlardır. Demek oluyor ki, o gün Rablerine iman edip de daha sonra dünyada küfre girenler, Allah'ın yarattığı o ilk fıtratı bozmuş oluyorlar.
İkincisi: Allah'ın dinini değiştirmekten maksat, helalı haram, haramı helal kılmaktır.
Diğer bazıları ise ayeti, zahirî ve batınî bütün değişiklikler manasına tefsir edip açıklamışlardır. Biz de meselenin bu yönüne biraz daha ağırlık verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla biraz meşgûl olacağız.
Allah Rasulü (s.a.s), on şeyi fıtrattan sayar. Bunlar: "Bıyıkları kısaltmak, sakal bırakmak, misvak kullanmak, abdest alırken ağıza-burna suyu biraz fazlaca çekmek, tırnakları kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altı kıllarını almak, etek tıraşı olmak ve istinca etmek." (Müslim, Taharet 56; Ebu Davut, Taharet 29; Nesei, Zinet 1) Evet, fıtrattan sayılan bu hususlar terke uğruyor veya aksi yapılıyorsa bilinmelidir ki, belli ölçüde şeytanın istekleri yerine getiriliyor ve Allah'ın vaz'ettiği fıtrîlik de tahribe uğruyordur.
Değiştirme, ilk maddedeki sıfatın değiştirilmesini iktiza eder. Devamlı surette cismanî lezzetleri isteyen biri, zamanla ruhî zevk ve lezzetlerden yüz çevirmesi kaçınılmaz olur. Böylece durmadan onun kalbinde fânî ve zâil şeylere alaka artar ve bâkî şeylere karşı da azalır ki, bu da manevi bir ölüm sürecinin başlaması demektir. Bu artış ve azalış, gün gelir tamamen kalbî ve rûhî hayatı öldürür ki, artık o insan ahireti katiyen düşünemez. Buna karşılık dünya sevgisi de bir an bile hatırından çıkmaz. Gayrı, böyle birinin çalışması, dinlenmesi, durması, hasılı bütün işleri hep dünya içindir. Bu hâl ise, bütün bir hilkatin ruh ve manasına dokunur. Evet, beşer ruhu, cismaniyet aleminde bir yolcu olarak bulunmaktadır. Ötelere müteveccihtir. Şayet o, dönüş yerini unutur, fena ve zevâli muhakkak ve mukadder olan mahsusât alemine ülfet ederse, içinde kendi de olan bir fıtratı darbelemiş olur.
Evet şeytan, "Yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler." (Nisa, 4/119) ayetinde geçen hilkatin değiştirilmesine bir de, kadının erkekleşmesi ve erkeğin kadınlaşması manası verilmektedir ki, Allah Rasulü (s.a.s), bir çok hadislerinde bunları lanetlemektedir. (Elmalı, Hak Dini, 3/88; Buhari, Libas, 62; Hudud, 33; Tirmizi, Edeb, 34; Darimi, İsti'zan, 21)
Bilhassa meseleye günümüzün problemi olması yönüyle baktığımızda buna hak vermemek mümkün değildir. Kadınlaşan erkekler, erkekleşen kadınlar; kadının kadınla, erkeğin erkekle hayat sürdürmesi gibi yürekler acısı ve yüz karası hadiseler doğrudan doğruya şeytanın telkinlerinin te'sirinde kalmadan başka birşey değildir. Böyle bir inhiraf, şeytan'a, hiçbir asırda nasip olmamış büyüklükte ve ürperticiliktedir.
Bir kere daha hatırlatalım ki, şekli, mahiyeti ve ismi ne olursa olsun işlenen her tür yanlışlık, fıtratın bir buudunun değiştirilmesi manasına gelir. Bugün, bu mevzu ile alakalı yüzlerce cilt kitap yazılmış ve yüzlerce insan inhiraf üzerine neler neler söylemiş, hatta kendilerine göre doğru veya doğruya yakın neticeler ortaya koymuşlardır ama, tatmin edici bir başarıya ulaşamamışlardır.
Dünya çapında yapılan istatistikler gün geçtikçe bu tür suçların artmakta olduğunu ve verilen aşırı serbestliğin bu olumsuz şeyleri daha da artırdığını göstermektedir. Şunu unutmamalıdır ki, bu konuda gösterilen müsamaha ve serbestî aslında, bu hususla alakalı zaafı olan insanları birer cinsî sapık haline getirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve yaramayacaktır.
Yüzlerce misal gösteriyor ki, fıtrattan inhirafla, şeytanın oyununa gelen insan, canavarlara rahmet okutacak derecede hayvanlaşır; hayır, hatta hayvanları dahi çok geride bırakır.
Nice milletler, bu fıtrattan ayrılışları yüzünden hep şeytana uymuşlar ve işledikleri cürüm sebebiyle de yerle bir edilmişlerdir. İşte Pompei, Sodom, Gomurra ve Ahkaf ve işte fosilleşen insanları!.
Şeytan, insana sürekli önden, arkadan, sağdan ve soldan çeşitli telkin ve desiselerle gelerek, onu hak yoldan saptırmak; ümniyelere çekmek ve fıtratı terkettirerek insanlıktan kaydırmak ister. Şeytanın bu oyununa düşen insan, hemen her zaman, ümniyelerle akıl ve fikrini, şehevî ve gadabî arzularına ulaştıracak sebeb ve vasıtalar bulmakla onu meşgul eder; meşgûl eder ve onu sürekli marazî bir ruh haleti içinde tutmağa çalışır. Bu hastalık sebebiyle de, mukaddes saydığı duygu ve düşüncelerinden tavizler verir ki, bu da onun ma'nevî meshi ve deformasyonu demektir. Çok defa böyle bir değişimden geriye dönmek de mümkün olmayabilir.
Böyle biri, müsbet yönlerinin noksanlaşması ve git gide tükenmesi, menfi yönlerinin teşekkül ve gelişmesine sebebiyet vereceği için de, bir müddet sonra karşımıza tamamen değişmiş bir varlık olarak çıkacaktır. Bu değişiklik, ilk planda ferdin kendi ruhî bünyesinde olmasına rağmen; bu ikinci halet, onda ayrı bir dünya anlayışı doğuracaktır. Hayalinde kurduğu ve yaşatmaya çalıştığı bu dünyanın her türlü ölçüsü de, kendi müfekkiresinden doğan düşünceler olacaktır. Ve artık ona göre varlık, sadece onun düşündüklerinden veya düşünebildiklerinden ibarettir. Evet, düşünce ve duyuşlar, değişik hadiseler karşısında bazen aslî hüviyetinden çıkarak mahiyet değiştirir, hatta bazen kökten değişerek tamamen tanınmaz hale gelir. Söylendiği zaman gözleri kıvılcımlandıran ve orijinalliği ile insanı hayran eden nice düşünce ve fikirler vardır ki, aksiyon haline getirilmek istenildiğinde, havası alınmış balon gibi söner ve düşünce çöplüğüne atılır. Ve yine hayal gergefinde örülmüş nice çelikten düşünceler vardır ki, realite dünyasında bir danteleya dönüşür.
Bir de bütün güzellik ve cazibesi müphemliğine bağlı düşünce ve fikirler vardır. Bunlara, 'tâ baştan ölü doğmuş çocuklar' nazarıyla bakılabilir. 'Doğmadan ölmek ve ölü olarak doğmak.' İşte onların kaderi budur. Ne var ki bu müphem ifadeler, filozof ağızlarda cazibeli hale gelir ve bu düşük veya ölülerden cemiyete hayat getirmesi beklenir. Bu da, şeytanın bir başka hilesi ve aldatıcı düzenidir.
f- Şeytan ve dostları
Yezid b. Umeyre anlatıyor:
Birgün Muaz b. Cebel (r.a.) kendisini dinlemekte olan, benim de aralarında bulunduğum cemaatine şunları söylemişti:
"Önünüzde öyle fitneler var ki, o gün mal çoğalır; Kur'an'ın sırları saçılır. Mümin-münafık, erkek-kadın, büyük-küçük, hür-köle herkes Kur'an'dan birşeyler alır. Ondan sonra da adam şöyle demeye başlar: "Ne oluyor bu insanlara ki Kur'an okuyup, bildiğim halde bana tabi olmuyorlar? Herhalde yeni şeyler icad etmedikçe onlar bana tabi olmayacaklar. Öyleyse bunların karşısına Kur'an'dan başka birşeylerle çıkmayalım!" Dikkat edin! Her türlü bid'attan kaçının! Zira her bid'at dalalettir. Sizi filozofların saptırmasından sakındırırım. Çünkü şeytan sapıklığa ait sözleri filozofların ağızlarıyla söyler. Bazen de bir münafık hakkı konuşabilir..."
Muaz b. Cebel'in bu sözleri üzerine: "Nasıl olur da, bilgin ve filozof sapık sözler söyler ve münafık hakkı konuşur?" diye sordum. Şöyle cevap verdi:
"Evet, "Acaba ne demek istedi?" dediğin zaman en meşhur filozof ve bilginlerin sözünden dahi kaçın. Ve hak söylendiğinde onu hemen al! Hakkın üstünde daima parlayan bir nur vardır.."
Ruhun şâd olsun ey büyük fakih, büyük Sahabi ve ey Allah Rasulü'nün sadık tilmizi!. Günümüzün sapıkları ve insanları saptıran filozofları ancak bu veciz ifadelerle anlatılabilirdi!.
Şeytan günahları süslü gösterir. Her günah ise bir başka günaha davetiye demektir. İlkine kanan ve günaha ilk adımını atan insan, ard arda adımlarla adeta o günahla bütünleşir ve bir daha da, geri durması zor olur. Zaten şeytanın istediği de budur.. ve bütün bunları Kur'an'ı Kerim şöyle dile getirmektedir:
"Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiğinde bari boyun eğselerdi! Ne var ki onların kalbleri katılaştıkça katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi." (En'am, 6/43)
Yani, iki ayakları bir kaba girdiği, dinsizler kayyim gibi başlarına dikildiği ve onları İslam'ı yaşama şansından mahrum bıraktıkları, hak ve hakikatleri anlatmayı yasaklayıp, hakkı neşredenleri takip ve tarassuta tabi tuttukları zaman, evet hiç olmazsa bu hal ve bu durumda Allah'a karşı tazarru, niyaz ve yalvarışa geçebilselerdi!..
Evet, hiç olmazsa hadiselerin böyle aleyhlerine işlediği ve herşeyin onları çepeçevre kuşattığı hengâmede, onların, teveccühle gerilmeleri ve kendilerini rahmetin kucağına salmaları gerekmez miydi? Ama ne gezer!. Kalbleri karardıkça karardı ve hissiyatları bütün bütün köreldi.. herşeyle beraberken yalnızdılar.. Cenab-ı Hakk'a kurbiyetleri yoktur ki, hayatları bu yakınlığa göre düzene girsin.. ve tabii bu arada Şeytan da, onlara durmadan yaptıklarını süslü gösteriyordu.. ve onlar da buna kanarak, yaptıklarını doğru ve güzel zannediyorlardı. Bu da, onların gafletlerine gaflet katıyordu. Rahat ve rehavet içinde dopdolu mideleri, lüks hayatları, sefahat dolu yaşantıları, uyanıp kendilerine gelmelerine mani oluyordu. Evet bol nimet onları azdırıyor, musibet ve darlık ise onları Cenab-ı Hakk'a karşı küskünlüğe itiyordu. Nebilerin, velilerin ses ve solukları da onları uyarmaya, kendilerine getirmeye yetmiyordu. Çünkü günahları hep bir başka günah doğuruyor, onlar da bu günahlar içinde bocalayıp duruyorlardı.. ve bu onlar için beklenen bir neticeydi:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan, yoldan kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, Halim'dir." (Âl-i İmran, 3/155)
Uhud muharebesi münasebetiyle nazil olan bu ayet, esasen sırlı bir vakanın raporu mahiyetindedir.
Uhud'da okçuların yerlerini terk etmeleri, daha sonra umumi ric'ate sebebiyet verecek kadar sarsıntılı olmuştu. Hele, Allah Rasulü'nün öldürüldüğü şayiasının duyulmasıyla ortalık iyice birbirine karışmıştı. Bazıları harbi bırakarak, bazıları da gidenleri geri çevirmek ve işe vaziyet etmek üzere tâ Medine'ye kadar gitmişlerdi. Bu umumi hengamede Allah Rasulü'nün yanından ayrılmayıp, sebat eden ve kütükte et gibi doğranan Sahabi sayısı da az değildi. Hele bir Enes b. Nadr (r.a) vardı ki, o gün tam bir destan adam olmuştu. "Allah Rasulü'nün öldüğü yerde siz niye yaşıyorsunuz" (İbn-i Hişam, Sîre, 3/88) diyor ve düşmanla savaşıyordu. Mus'ab (r.a), o günün dasitanî kahramanlarındandı; (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 4/10-49) kolunu kanadını vermiş ve ölümsüzlüğe ermişti. Hz. Hamza (r.a.)'ın durumu da tasvirleri aşkındı; ama o da sinesini düşman oklarına karşı siper etmişti. Bütün bunlara rağmen (gönlümüz razı olmasa dahi) "o gün bir bozgun yaşanmıştı" demek zorundayız. Neydi bu bozguna sebebiyet veren şey? Sahabinin ayaklarını kaydıran, o ürperten sâik neydi? Nasıl olmuşdu da o dev insanlar arasında böyle bir sarsıntı meydana gelmişti? İşte meselenin bu önemli noktasına Kur'an-ı Kerim: "Daha önceki bazı işlerinden dolayı" (Al-i İmran, 3/155) diye işaret etmektedir.
Bedir'den sonra ufukda yeni bir muharebe görününce, Efendimiz (s.a.s) Medine'de kalıp müdafaa harbi yapmayı yeğledi. Gördüğü bir rüya da bu kanaati teyid ediyordu. Ne var ki, Sahabe'de ağır basan görüş, taarruz ve meydan muharebesi şeklindeydi. Efendimiz, istişarenin hakkını vererek onların isteklerini kabullendi. Esasen O, bu davranışı ile bizlere örnek oluyordu. Yoksa O'nun gibi vahiyle müeyyed, şanı yüce bir Nebi'nin insanlarla istişareye hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. O yapacağını yapmıştı; gerisi ashabına kalıyordu. Ne var ki bazı sahabi, ruhlarında civanmertlikleri, emir dinlemedeki inceliği tam sezememeye iktiran edince içtihadi yanlışlığa girilmişti ki, ayette anlatılan da işte buydu. Evet sahabi, bu davranışıyla bir zelle işlemişti. Onlar mukarrebînden oldukları için bu zelle, onlar için bir günah sayılırdı. Bu günah daha sonra bir başka zelleye yol açacaktı ki o da, harb meydanını terketme cürmüydü. Ancak, Allah lutfetti, kısır döngüyü kırdı ve onları yeni bir hayırlar yoluna yönlendirdi.. yönlendirdi de Allah Rasulü, Uhud'dan kan revan içinde dönerken düşmanın takib edileceğini ilan etti. Ve "Dün benimle beraber Uhud'da bulunanlar hazır olsun" buyurdu. Kolu kanadı kırık ve mecruh Sahabe, hemen Allah Rasulü'nün etrafında toplanıverdi. Bu, tıpkı Hz. Adem'in sürçdükden sonra kendine gelip tevbe etmesi gibi bir şeydi. Müşrikler müslümanların yeniden taarruza geçtiklerini duyunca kendilerini Mekke'ye zor atmışlardı.. ve müslümanlar için hezimet zafere dönmüştü. Evet tevbesini böyle yapabilen müslümanların galebe çalmaları mutaddır. (İbn-i Hişam, Sîre, 3/107; İbn-i Kesir, el-Bidaye, 4/50-53)
Bir kere daha Sahabe şuuru, şeytanın oyunlarını ters yüz ediyordu. Onlar, hatalarını anladıklarında, sür'atle hatadan dönen insanlardı. Böyle idiler ve günahın temadi edip gitmesine meydan vermemişlerdi. Eğer canlarını bezletme pahasına tevbe atmosferine girmeselerdi, elbette her günah bir başka günah tevlid edecekdi ki, bu da onların bitip tükenmesi demekti. Allah Rasulü'nün kararlılığıydı ki, onları böyle bir akibetten kurtarmıştı. Düşmanı takip mevzuunda ağır yaralı birkaç Sahabi belki tereddüt geçirmişti ama, Allah Rasulü de yaralı idi. Evet, O da herkes gibi kan-revan içindeydi.
Ve onun adeta "Hiçkimse gelmese tek başıma yine gideceğim" dercesine kararlılığı, arkadaşlarını harekete geçirmeye yetmişti ve herkes Allah Rasulü'nün arkasındaydı. Düşmanın Mekke'ye vardığından emin oluncaya kadar takib işi devam etti. İçlerinden hiç kimse takılıp yolda kalmadı. Zaten Sahabi ruhu taşıyan birinin yolda takılıp kalması da sözkonusu olamazdı. Şüphesiz yolda kalmak, bir korkak işi ve korku da bir şeytan hilesidir. Ama şeytan kimin yüreğine korku verir? Ayet bu konuda şöyle der:
"İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur." (Âl-i İmran, 3/175) korkutur ama, devamında Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:
"Şu halde, eğer mü'min iseniz onlardan değil, sadece Ben'den korkun." (Âl-i İmran, 4/175)
"Allah insanlardan bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstehak oldu. Çünkü onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar." (A'raf, 7/30)
Üzerlerine dalaletin hak olmasında ve ebediyen dalalette bırakılmalarında böyle bir zannın önemi büyüktür. Böyle bir zanları olmasa idi ihtimal, dalalet üzerlerine hak olmaz ve hidayete ermiş olurlardı.
Sapık insanlar, şeytanları dost edinince, hep onun bu oyununa kanarlar. Şeytan onlara suret-i haktan görünür. Onlar da, kendilerini hak yol üzerinde sanar ve dalalete müstehak olurlar.
g- Sinsi şeytan
Şeytanın insana sızması sessizdir. O gelirken ben geliyorum diyerek gelmez. Ama az dikkat etsek, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımızın bütün koridorlarında onun ve avanelerinin ayak izlerini görebiliriz. Onun içindir ki, Kur'an-ı Kerim, bize çeşitli vesilelerle şeytanı izlemeden kaçınmamızı ihtar eder. Kur'an'ın kullandığı ifadeler aynı zamanda şeytanın her yerde dolaşabildiğini de vurgular. Mesela bir ayette şöyle buyurur:
"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yiyin.. ve sakın şeytanın arkasına düşmeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır. O size daima kötülük ve çirkin iş yapmanızı, Allah katında bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder." (Bakara, 2/168-169)
Bu Ayetler tahlil edildiğinde bize şu mesajların verildiğini görürüz: Ey insanlar! Helal ve hoş olan şeylerden yiyin, istifade edin. Ama, sakın tüketimde ifrat veya tefrite düşmeyin. Yani israf ve tebzirle şeytanın arkasına düşüp adım adım onu takip etmeyiniz. Evet, helal malları kullanırken dahi, hududu aşıp israfa girmeyin ve hele Cenab-ı Hakk'ın haram dediği sınıra sakın ve sakın yaklaşmayın.. ve tabii faize bulaşmayın, rüşveti yanınıza yanaştırmayın. Unutmayın ki, eğer vücudunuzda haramdan meydana gelmiş bir parça varsa onu ancak cehennem temizler. Ayrıca, tefrite düşerek helâlleri da haram saymayın ki, bu, şeytanı izlemek demektir. O halde siz sakın şeytana uyup onun izinde yürümeyin. Ve hele sakın onun izinde olduğunuzu iftihar vesilesi saymayın. Şu kâfir, bu mülhitle beraberliğe düşmeyin. Şimdiye kadar niceleri onun oyununa geldi ve neticede de helâk olup gittiler. Zaten şeytana uyanlar her zaman helak olmaya mahkumdurlar.
Onun için "Ey Mü'minler! Topluca silme (İslam'a) girin ve sakın şeytanın adımlarına tabi olmayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır." (Bakara, 2/208)
O ki, size her zaman fuhşu ve Allah'ın çirkin gördüğü diğer şeyleri emreder.. emreder ve sizden onları yapmanızı ister. Bir de o size Allah hakkında uygunsuz sözler söylemenizi telkin eder. Bu manada onu dinlemek ve hele onu adım adım izlemek bir küfürdür. Küfür ise ebedi helak demektir. İşte şeytanın dostluğu ve bu dostluğun kötü akibeti! Kur'an, ahirette insanlara şöyle deneceğini hatırlatır:
"Ey Adem oğulları! Size 'şeytana tapmayın çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır' demedim mi? Ve 'bana kulluk yapın, doğru yol budur' demedim mi? Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?" (Yasin, 36/60-62)
Yani Allah, sizden vicdanlarınızı şahit tutarak söz aldı. Siz de, ondan başkasına kul olmayacağınıza dair ona söz verdiniz; verdiniz ama, sözünüzde durmadınız ve şeytana kul-köle oldunuz. Adım adım onu takip ettiniz. Şimdi, bütün bu yanlışlıkların sebebiyet verdiği akıbeti görünüz ve hasret içinde kalınız.! Yoksa, şeytanın size yardım edeceğini mi zannediyorsunuz? Hayır, yanılıyorsunuz. İşte Kur'an'ın ifadesiyle onun size diyeceği şeyler; "İş bitirildikten (hüküm verildikten) sonra şeytan onlara şöyle dedi: Allah size gerçek vadetti, ben de size vadettim ama ben sözümden caydım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (küfür ve isyana) davet ettim. Siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben, önceden beni (Allah'a) ortak koşmanızı da zaten reddetmiştim. Şüphesiz zalimler için acı bir azap vardır." (İbrahim, 14/22)
Şimdi mühim olan, bu akibeti dünyada iken görmektir. Yoksa ötede nedamet fayda vermeyecektir. Çünkü o gün herkes kendi başının çaresine düşecek ve kimsenin kimseye hiç bir faydası olmayacaktır. Dudaklardan "Nefsî, nefsî" dökülecektir ama, neye yarar ki.! Bir kere şeytana uyuldu. O şeytan dünyada iken ahirette olacakları inkar etmiş ve dostlarına da inkar ettirmişti. Zaten inkar, şeytanın değişmeyen karakteridir.
h- Şeytan ve inkarcılığı
"İki yüzlülerin (münafıkların) durumu, insana "İnkar et!" deyip, insan da inkar edince "Doğrusu ben senden uzağım; alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" diyen şeytanın durumu gibidir." (Haşr, 59/16)
Bu ayette münafık, davranışlarıyla şeytana benzetilmiştir. Durumuna muttali olabileceğimiz münafığın, haline muttali olamayacağımız şeytana benzetilmesi, küfrü telkinde şeytan, gözle görülmediği halde münafıktan daha açık ve seçik bir şekilde müşahede edilebileceğine işaret vardır. Bu neticeye; "Benzetilenin, benzeyenden daha zahir olması gerekir" kaidesinden hareketle varıyoruz.
Şeytanın insanı küfre götürmesi, çeşitli yollarla olur. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
a- Şeytan, kâfiri azdırdıkça azdırır. Bu da onun dünya hayatında küfrünün devamına sebeb olur ve artık bir türlü hakikata yol bulamaz.
"(Rasulüm!) Görmedin mi? Biz, kâfirlerin üzerine, kendilerini iyice (isyankârlığa) sevkeden şeytanları gönderdik. Öyle ise onlar hakkında (yok olmaları konusunda) acele etme. Biz onlar için (günlerini) teker teker sayıyoruz." (Meryem, 19/83-84) ayeti, böyle uğursuz bir süreci işaretler.
b- Her günahta küfre giden bir yol vardır. Şeytan nice büyük günahları ehemmiyetsiz göstererek insanları günaha sevkeder. Hatta bazen de bu günahlardan sadece birisi bile ona ebedi cehennemi kazandırabilir. Bu da, şeytanın ayrı bir tuzağıdır ki şu ayet de bunu ifade eder.
"Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, (bu işi yapmaya) şeytan sürüklemiş ve (büyük günahları ehemmiyetsiz göstererek) onlara ümit vermiştir." (Muhammed, 47/25)
c- Varlığa, Allah hesabına bakıp ondan ibret almak gerekirken, şeytan, insanlara bunu unutturmuş ve bu yolla nicelerini kendisiyle beraber cehenneme sürüklemiştir:
"Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin ki, şeytanın taraftarları hep hüsrandadırlar." (Mücadele, 58/19)
Nerede ve hangi mevkide olursa olsun, Allah'ın unutulduğu her yer ve Allah'ı unutan herkes, belli ölçüde şeytanla bir dostluk içindedir. Allah'ı unutmak, şeytanla kontak kurmaya bir sebep ve o da ötekine bir netice gibidir. Bu uğursuz dostluk, ahiret alemine kadar devam eder.. ve meyvesini de orada verir:
"Kim Rahmân'ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkorlar. Bunlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: "Keşke benimle senin aranda, Doğu ile Batı arasındaki kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü arkadaş imişsin!" der. Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız." (Zuhruf, 43/36-39)
d- Şeytanın insanı küfre sürükleme yollarından birisi de, onu şüphe ve tereddüde sürükleyebilecek sorulardır. Kalbten geçen bu sorular, hiç şüphesiz şeytanın vesvesesi ile meydana gelmektedir. Bu istifhamların, desise olarak en şedid gibi olanını, bizzat Allah Rasulü (s.a.s) bize şöyle haber vermiştir: "Şeytan sizden birinize gelerek "filan ve filan şeyi kim yarattı?" der. Daha sonra da "Allah'ı kim yarattı?" der. İş bu dereceye varınca o kimse hemen Allah'a sığınsın ve o düşünceden uzaklaşsın" (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, İman 214) Bazı rivayetlerde "Allah'a iman ettim, deyiversin" (Müslim, İman 212,213; Ebu Davut, Sünne 18) ilavesi de vardır.
Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un bazı lafız farklarıyla rivayet ettikleri bu hadiste, şeytanın sualini bir vesvese şeklinde "Allah'ı kim yarattı?" diyecek kadar ileri götüreceği, böyle bir vaziyet karşısında "Allah'a iman ettim" diyerek o vesveseyi derhal terketmek gerektiği hususu anlatılmaktadır ki bu hadisin mevzuu, her devirden ziyade günümüzü alakadar etmektedir. Çünkü bu soru, her devirden daha çok günümüzde sözkonudur.
Yukarıdaki hadisin Hz. Ebu Hüreyre (r.a.)'nin rivayetiyle ettiği bir başka şekli de şöyledir: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: "İnsanlar size mutlaka herşeyi soracaklar. Hatta birgün 'Herşeyi Allah yarattı, pekala Allah'ı kim yarattı?' diyeceklerdir."
Ebu Hüreyre (r.a), bu hadisi rivayet ettikten sonra bir zatın elinden tutarak: "Allah Rasulü doğru söylemiştir. Hakikaten bana şimdiye kadar iki kişi bu soruyu sordu." demiştir. (Müslim, İman, 215)
Burada her iki hadisten de anlaşılan o ki, insî ve cinnî şeytanlar, eskiden beri hep bu gibi vesveselerle mü'minleri idlâle çalışmışlar ancak bu mes'ele en yaygın ve en müessir halini şimdilerde almıştır. Onun için, biraz da günümüzün ilcaatına göre herkese orijinal gibi gelen bu sual, aslında demode olmuş safsatalardan biridir ve kayda değer hiçbir yanı da yoktur.
Şu kadar var ki ben bu soruyu da yine, Rasulü Ekrem (s.a.s.)'in peygamberliğinin bir alameti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbarın tahakkuku karşısında boynumu büküp "Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" diyerek şehadet ediyorum. Evet, Rasulü Ekrem (s.a.s), Allah'ın şerefli bir elçisidir. Kıyamete kadar olup-bitecek herşeyi, adetâ bir televizyon ekranında görüyor gibi seyretmiş ve söylemiş; mevsimi gelince söylediği herşey dosdoğru çıkmıştır. Evet, daha sonra meydana gelecek hadiseler hakkında verdiği hükümler ve söylediği şeyler, o kadar isabetlidir ki, yeri geldiği zaman hepsi aynı aynına zuhur etmiştir. İşte bu da, onlardan biridir. Fakir, bu soru bana tevcih edildiği zaman, kendi kendime düşündüm ve "Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" diyerek nasıl da, görüyor ve söylüyorsun!. diyerek tasdiklerimi ifade ettim.
Evet, -kendi kendime- bugünün, nefisleri ve enaniyetleri firavunlaşmış, sebeplere Uluhiyet isnad eden ve herşeyi tabiat kanunlarıyla izaha kalkışan insanlarının idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade mümkün olamazdı, dedim.
Mes'elenin aslına gelince, bu da, inkarcıların ortaya attıkları diğer sorular gibi bir soruydu. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalıp ezilecekti. Zira onlar, nâmütenahiliği anlayamayacak; dolayısıyla da sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini katiyyen kavrayamayacaklardır.
Bundan ötürü de tereddüde düşerek ve Allah'ı da sebeplerden herhangi bir sebep zannederek, mutlaka O'nu da meydana getirecek bir sebebin olması gerektiğini düşünerek içinden çıkılmaz bir kısım fasit daireler içinde bocalayıp duracaklardı. Bu, bir yanlış kanaatti ve kanaatın temelinde de Yaratan'ın hakikatıyla alakalı bilgi eksikliği vardı. Halbuki Allah (c.c), Müsebbibü'l-esbâb'dır; varlığının evveli yoktur ve mevcudiyeti idrak üstüdür.
Bugüne kadar kelamcılar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini, belli usullerle ortaya koyarak sürekli "Müsebbib'ül-esbâb" olan Allah'ın varlığını isbata çalışmışlardır. Onların bu husustaki düşüncelerinin hülasasını şöyle ifade etmek mümkündür: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcı'dan gafil olmanın ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal vermek, doğru değildir. Böyle birşeyi ihtimal dahilinde görmek bile, sırf bir aldanmışlıktır. Mesela: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe; hava, su ve güneş de oksijen, hidrojen, karbon, azot... vs. gibi.. bir kısım madde parçacıklarına bağlı olsun.. bu madde parçaları da, daha küçüklere ve onlar da, kendilerinden daha küçüklere... Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın varlığının bu yolla izah edileceğine inanmak, bir aldanma ve mugâlatadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına bir de anti-atom çıkıyor ve metafizik, fiziğe galebe çalıyorsa... Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalade âhenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, "Şu şundan, şu şundan, şu da şundan... meydana geldi" gibi sözlerle eşyanın varlığını bir teselsül içinde sebeplerle izaha kalkışmak, herhangi bir meseleyi halletmediği gibi, aksine herşeyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Zira, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı "Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan..." düşüncesinin "ilelebed" sürüp gideceğine inanmak gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudret-i Sonsuz, O Ezelî Zât'a vereceğimiz âna kadar, iddialar, tutarsız birer faraziye olmadan öte hiçbir şey ifade etmez. Bütün mevcudât, varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcı'ya isnad edildiği takdirde ise, mesele birden aydınlığa kavuşur. Ve artık Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında da fark kalmaz.
Bunu böyle kabul etmeyip de "o ondan, o da ondan..." demekle problemin çözülmesi bir yana, cevaplandırılan her soruyla beraber yeni bir kısım istifhamlar da ortaya çıkabilecektir. Mesela; yağmur buluta bağlı; bulut zâit-nâkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hadisesine, o da suların mevcudiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Böylece belki, sebepler zinciri, birkaç adım daha ilerleyerek devam edecek ama, durduğu yerde insan yine "şöyle de olabilir, böyle de" diyerek, kendini faraziyelerin ağında hissedecek ve onlarla tatmin olmaya çalışacaktır. Bu ise, fevkalade bir nizam, bir âhenk ve birbiriyle münasebet içinde, herşeye hâkim bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı, çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye kalkışmak ve ilimlerin ufkunu, hedefini daraltmak ve karartmak demektir. Oysa ki, her netice için mutlaka makul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i ma'kul ve gayri mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi ve uzayıp gitmenin kerameti olarak da bunun makul hale geleceğini düşünmek, imkansızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir örnekle, bu hususu biraz daha aydınlatmaya çalışalım. Mesela ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Bu sandalye, düşmemesi için kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış.. o da bir başkasına.. böylece devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekanlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılıncaya kadar, işin zincirleme uzayıp gitmesi meseleye bir çözüm getiremeyecektir.
Ayrı bir misal, elimizde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza getirilmedikden sonra, mücerred sıfırların çoğaltılması katiyyen ona bir değer kazandırmayacaktır.. evet trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymeti yine sıfır olacaktır.. aksine bu sıfırların soluna bir rakam konduğunda, işte o zaman o sıfırlar da, soldaki rakama göre kıymet alacaktır. Bu, şu demekdir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmesi ve esas olması mümkün değildir. Evet, hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta aciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki, -muhal farz- sebeplerin müdahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından "tenasüb-i illiyet" prensibine göre, sebeple netice arasında makul bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, -mesela- yer kürenin hayata müsait hale gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, herşeye, hem de makul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebebe ihtiyaç vardır.
Oysa ki, küre-i arzın halihazırdaki durumundan yani, hızı, güneşe olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli, atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebatât örtüsüne, denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgarlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüzbinlerce hadise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki, bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere havale etmek, aklın kendi kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.
Vakıa, bu hususta, kelamcıların "devir ve teselsül" yoluyla bütün sebepleri kesip attıkdan sonra, işi Müsebbib'ül-esbâb olan Allah'a ulaştırıp sonra da herşeye "mümkin'ül-vücud" demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün illetlerin gidip O'na dayandığı Zât'a "Vacib'ül-vücûd" diyerek tevhide bir kısım menfezler açmış iseler de, onların elde ettikleri neticeyi daha selametli bir yoldan elde etmek de her zaman mümkündür.
Evet, Yüce Yaratıcı'nın her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O'nun varlığına bir değil, binlerce delildir. Ayrıca ilimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen, kendine has diliyle O'nun varlığını ilan etmekte ve her hâliyle O'nu haykırmaktadır.
Büyük-küçük, canlı-cansız bütün mevcûdâtı var eden Hz. Allah (c.c.)'tır. Yaratılan herşey âciz ve başka birine muhtaç; O ise, varlığı kendinden olan ve kimseye muhtaç bulunmayan Ganiyy-i ale'l-ıtlak'tır. Evet, herşey gidip O'na dayanmakta ve izah edilemeyecek gibi görünen ne varsa hep O'nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O.. varlığı devam ettiren O.. iten O ve herşeyi bir hedefe doğru götüren de yine O'dur.. ve O'ndan öte bir şey yoktur ki, O'na da sebep aransın!..
Müsaadenizle bunu da bir-iki basit misalle biraz daha açmayı düşünüyorum. Mesela; vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle makul bir taşıyıcı bulduktan sonra, bunun ötesinde yeni sebepler aramaya zannediyorum gerek yoktur. Hem mesela, trenin en arkadaki vagonu, onun önündekini hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanıyor ki biz, ona kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle "kendi kendine hareket ediyor" deriz. Verilen bu misaller, Allah'ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten örneklerdir. Ne var ki, durmadan lokomotif değiştirenler bir noktada tıkanıp kalacak ve o noktada sebeplerin de bitip tükendiğini anlayacaklardır.
Burada zihinleri bulandıran bir diğer mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezeli görmesi, daha sonra da rakamlarla izah edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini vermesidir.
Bir kere "ezel", geçmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Öyle ki zamanlar, katrilyon defa katrilyon seneleriyle ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysa ki, sebeplerin teselsülünde esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması ki, bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilmektedir. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, herşeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesametinde ve güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan herşeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedihidir.
Binaenaleyh herşey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle Yaradan'ı anlattığı gibi, sönüp gitmesiyle de O'nun evvel ve âhiri olmadığına delalet etmektedir. Zira, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabii olduğu kadar, evveli olmayanın, âhirinin de olmayacağı zaruridir. Onun içindir ki bizler, madde ve maddeden meydana gelen herşeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazarıyla bakarız. Ancak, kâinatın tedrici olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar, birgün büzüle-çekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet, madde bugün var ise de -bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında- başkalaşmaya doğru gittiğinden de kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:
Farz edelim ki, İzmir'den kalkan bir tren, 50-55 km. ötede bulunan Turgutlu istikametine doğru hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte 55 km.dir. Buna göre ise trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürüyor. Buna göre, yolun henüz katedilmedik 27.5 km.lik mesafesi kalmıştır ki hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 km.nin ancak yarısını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte katedebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, Turgutlu'ya sonsuz diyebileceğimiz uzun bir zaman sonra ancak ulaşabilecektir. Hatta biz hiçbir zaman onun oraya varamayacağını bile zannedebiliriz.
Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilale (dağılma) doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa, mutlaka tahakkuk edecektir ki, bu da varlığı Kendinden Olan'ın dışında herşey fena ve zeval bulup gidecek demektir.
Hâsılı, Allah bizzat vardır ve herşeyin yaratıcısıdır. O'na yaratılmışlık isnadı, yaratıcıyı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugün artık bazı kimselerin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkar etmesi, oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve hadiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ma'ruz kaldığı çözülüp dağılmayı, atomun içine düştüğü inhilâli, mana ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen, bir kısım safderun kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.
İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Uluhiyyet bilir.
ı- Sapıklık ve şeytan
"Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bu (nimetler) Allah'ın (kudretine delalet eden) ayetlerdendir. Ola ki, onları düşünür de öğüt alırlar. Ey Ademoğulları! Şeytan utanç yerlerini kendilerine göstermek için, ilk ana-babanızın elbiselerini çekip almak suretiyle onları Cennetten çıkardığı gibi, sizi de fitneye sokup saptırmasın. Doğrusu o da, taraftarları da sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz ki Biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır." (A'raf, 7/26-27)
Âdem ile Havva, Cennette mahfuz, mestur bir halde sakin iken, ayıp yerleri açılarak yeryüzüne geldikleri gibi, Âdemoğullarından herbiri de, ana rahminde mahfuz ve mestur olarak rızıklanıp dururken, çırılçıplak bu dünyaya gönderilir. Sonra da bazıları, ayıp yerlerini örtecek kadar sade şekilde, bazıları da kalite ve markaya önem verecek kadar ileri seviyede giyinip kuşanmaya imkan bulurlar.
Bu arada takva hissiyle giyinmek, yani Allah korkusu ve haya duygusuyla giyilen ve Allah'ın izniyle maddi ve manevi ayıptan, fenalıktan, zarar ve tehlikelerden koruyacak olan korunma elbisesi, mutlak olarak hayırlıdır; hayrın ta kendisidir. Elbise nimetinden nimetlenmek ve istifade etmek de asıl bununla mümkün olmaktadır.
Kendilerinde takva hissi, haya duygusu ve Allah korkusu olanlar, çıplak kalsalar veya zorla çıplak bırakılsalar bile, en azından Adem ile Havva'nın yapraklarla örtündükleri gibi avret yerlerini örtüp korurlar. Fakat kendilerinde bu his olmayan nasipsiz günahkârlar, ne kadar giyinseler de yine açılmaktan kurtulamazlar. Çünkü elbiseden esas maksat, mahrem yerleri örtmek, sıcak-soğuk ve eza veren hastalık sebeplerinden korunmak; düşmandan sakınmak ve nihayet hüsn-ü nazarı çekip kötü bakışları defederek, hiç kimsenin ne şehvetine ne de nefretine sebep olmadan gayet vakarlı, haysiyetli, onurlu ve güzel bir şekilde örtünmek iken, bunlar tam tersine, şehveti tahrik, kibir, gurur ve gösteriş için en fena yerlerini açarlar; açar ve çevrelerine fitne fücur tohumları saçarlar. Onun için elbise, bizatihi hayır değildir. Asıl hayır olan elbise takva elbisesidir ki, avret yerlerini örtmek ve namusunu muhafaza etmek için giyilir.
Ayetten de anlaşılıyor ki, bir insan için şeytanın fitnesinden ihtiraz ve içtinab mümkündür. Demek ki şeytan gözle görülmediği halde bile takva elbisesi, iman duygusu ve Allah korkusu, onun fitnesine en kuvvetli bir engel teşkil eder.
İnsan, iç ve dışıyla, madde ve manasıyla mücehhez olur. Bir insan takva elbisesini içinden ve dışından giyinmiş bulunursa, şeytan, onun görmediği tarafını gördüğü ve bildiği halde bile iğva edip aldatamaz.
i- Kötülük ve şeytan
"Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın. Zira o sizin için apaçık bir düşmandır. O size ancak kötülüğü, fuhşiyatı ve Allah'a, hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi emreder." (Bakara, 2/168-169)
Ayette üç tabir sözkonusudur:
Birincisi, "es-sûe" kelimesidir. İster kalbî ve isterse fiilî olsun bütün günahlar, bu kelimenin ifade ettiği manaya dahildir. İkincisi, "elfahşâ" kelimesidir. Kötülüklerin en çirkini, işlenen günahı fâşedip yaymaktır. Üçüncüsü, Allah hakkında bilmediği şeyleri konuşmaktır. Her halde fuhşun da en çirkini budur. Çünkü Cenab-ı Hakk'ı, layık olmayan vasıflarla vasıflandırmak, en büyük cürüm ve günahtır. Şeytan, her zaman insanı küçük-büyük günahlara ve küfre davet eder. Veya başka bir ifade şekliyle, şeytanın davet ettiği hususların hepsi bu üç meselede toplanır. Bundan da anlaşılıyor ki şeytan sadece kötülüğü emreder. Hatta bazen, davet ettiği şey zahiren hayır gibi de görünebilir. Halbuki onun esas gayesi, bu hayrın arkasından tezgahlamak istediği şerdir.
Bu arada, şeytanın bâtılı hak, şerri hayır gibi süsleyerek insanın hayal ve vehmine arz ile tehyiç ve teşviki, emre benzetilmiştir. Bu benzetmede şeytanın vesvesesini kabul ile ona itaat eden insanların, şeytanın memurları ve teb'ası durumunda olduklarına işaret buyurulmuştur.
Beşer, Allahu Teâlâ'nın zatına ait hakikatları bütünüyle ihata etmekten aciz ve düşünmekten memnûdur. Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a), "Allah'ın zâtına ait sırlardan bahsetmek şirktir" buyurmuştur. Şeytan ise, insanı bundan bahsetmeye teşvik eder ve böylece şeytanın bu oyununa gelen gafiller, vehim ve hayal ile nice nice sözler söylerler.
İlahî hükümlerin neticeleriyle alakalı bütün güzelliği ve yasaklanan şeylerin neticesindeki bütün çirkinlikleri anlayıp idrak etmek için, mevcut akıl ve kazanılan tecrübeler yeterli değildir. Durum böyle olmakla beraber şeytan, insanları bunlar hakkında da gönüllerine göre hükmetmeye teşvik eder. Onun teşvikine kanan ve aldanan zavallı, "Fenalık görmemek için fenalığı tecrübe etmek veya zehirin öldürücü olduğunu bilmek için ondan tatmak gerekir" gibi akıl ve muhakemenin asla cevaz veremeyeceği pek çok mantıksızlığı birden irtikap eder.
j- HARAMLAR VE ŞEYTAN
"Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları, birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 5/90-91)
Kendisi pis olan şeytanın, amelleri de pistir. Zira şeytan, küfrün ta kendisidir. Ayette evvela şeytana ait dört pislik sayılmış daha sonra da sadece içki ve kumardan bahsedilip diğer ikisi mevzu edilmemiştir. Zira bu hitap inananlaradır. Halbuki putlar ve fal okları kâfir amelidir. İman ehlinin bunları yapmayacağı, daha doğrusu bunlarla beraber imanın yanyana bulunmayacağı açıktır.
İnsanın rûhî hayatını ve bütün beşerin toplum hayatını bu dört pislikten temizlemedikçe, ne ferdin ne de cemiyetin temiz olması mümkün değildir. İçki masasında aklı, kumar masasında bütün varlığı ve mukaddesâtı giden bir insanın, Cenab-ı Hakk'la bağlarını devam ettirebilmesine imkân yoktur. Evet, her iki masaya da dost olarak otursalar bile şeytan, neticede onları birbirinin can düşmanı haline getirir. Zira yenilmiş ve bütün varlığı elinden gitmiş bir kumarbazın, yenildiği şahsı sevmesini ve ona muhabbet duymasını düşünmek kadar bir aptallık tasavvur edilemez.
k- UMUMİ BELALAR VE ŞEYTAN
"Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğip yola gelsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. Bari onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Ancak, kalbleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler." (En'âm, 6/42-44)
Ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk tarafından kendilerine peygamber gönderildiğinde ona inanıp tabi olmadıkları gibi kendilerine ihtar mahiyetinde gelen değişik hadiseleri de itibara almayan ümmetlerin ibretâmiz hallerine dikkat çekilmekte ve adeta şöyle buyurulmaktadır: Başlarına gelen musibet ve belalar, onları hak yola getirmek, ellerini Yüceler Yücesi'ne kaldırıp yalvaracaklarına, kalbleri iyiden iyiye katılaşmış ve gidip şeytanın çizgisine girmişler; şeytan da yaptıklarını allayıp pullamış, onlara süslü göstermiştir ve böylece bu toplum helâk olup gitmiştir.
İkinci imtihan da, onlara dünya nimetleri bol bol verilmekle başlamıştır. Onlar da bu bolluk karşısında rahata, rehavete gömülmüş ve derken İlâhî gadabı haketmişlerdir. Bir milletin içinde günah işleniyor ve hâlâ nimetler bol bol geliyorsa, bilinmelidir ki bu bir istidraçtır ve umumî bir yok oluşun arefesidir.
Bu hakikatler, başka bir ayet-i kerimede de şu şekilde ifade edilir:
"Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Ancak, şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır." (Nahl, 16/63)
Evet, sapık milletlerin dostu, şeytandır. Peygamberlere baş kaldıran geçmiş ümmetlerde durum böyle olduğu gibi, mukaddesâtın hakaret görüp, rezaletin alkışlandığı günümüzde de bazı kimselerin sadece ve sadece tek dostu(!) vardır: O da şeytandır.
"Âd ve Semûd'u da (helâk ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar." (Ankebût, 29/38)
Bugüne kadar bütün helâk olmuş ferd ve milletlerin, sırasıyla ve hangi belalara maruz bırakılarak helâk edildiklerinin anlatıldığı bu sure, bilhassa yukarıda zikrettiğimiz ayetin siyak ve sibakında birleşen tek nokta şudur ki bir millet, yaptıkları cürüm ve günahtan müteessir olmayıp, aksine memnun ve mesrur oluyorsa, şeytan da onların bu zaaflarından istifade ile yaptıklarını süslü ve güzel gösterir ki bu da o milletin helâketi demektir.
l- ALDATMAK VE ŞEYTAN
"Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat; onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle haykırarak yürü; mallarına ve çoçuklarına ortak ol; onlara vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vaadetmez. Şurası muhakkak ki, benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olamaz. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (İsra, 17/64,65)
İblis, Allah'tan Hz. Adem ve zürriyetini kandırabilmek için mühlet isteyip de gereken mühlet kendisine verilince, Cenab-ı Hakk O'na; "Git sana mühlet verdim!" der ve ardından da, ayette geçen hususlar sıralanır. (İsra, 17/62,63)
Şeytanın sesi, günaha davetidir. Münasebetsiz şarkı, türkü, hayasızlık vb. bütün bunlar, şeytanın sesine ve davet şekline dahildir. "Böyle yap" diye emredilmesi ise, şeriat-ı fıtriye açısından bir izin ve müsaadedir.
Celb, haykırmaktır. Şeytanın atları ise, her devrin binek vasıtalarıdır. Şeytan, hem bunlarla hem de bunlar olmadan celb etmektedir. Yani şeytan ordusunda bulunanların bazısında bu vasıtalar var, bazısında da yoktur. Ya da bu, çok çalışmakdan kinayedir.
Şeytanın mal ortaklığı, her türlü kötü kazanç ve gayr-i meşru alım-satımdır. Ayrıca faiz, gasp, hırsızlık ve fâsit muamelelerin hepsi de buna dahildir. Her an insanla beraber bulunmaya çalışan şeytan, ticarette de insanla beraber bulunur. Ticareti onun hile ve oyunundan kurtarabilmenin yolu, Allah Rasulü (s.a.s)'nün gösterdiği yoldur: "Ey tüccarlar! Şeytan ve günah, alış-verişde hazır bulunur. Alış-verişinizi sadaka ile karıştırın!" (Tirmizi, Büyû, 4)
Evlatta ortaklığa gelince, bu zinaya davettir. Ayrıca çocuklara verilecek İslam dışı ahlak ve eğitim de bu manaya dahil kabul edilmiştir. Sonra çocukların sapık fikirlere sahip olması da, düşünülebilecek olan hususlardandır. Ayrıca çocuk olmaması için başvurulan vicdan dışı bütün tedbirler ve mutlak bir ifadeyle kişinin evladı üzerinde yapabileceği bütün tasarrufların kötüye kullanılması, şeytanın evlatta bir çeşit ortaklığıdır.
Şeytanın bütün maksadı, insanı, bâtıl itikad ve amellere teşvik; hak, hakikat ve itaatten nefret ettirmektir. Teşvik, ancak yapılacak olan şeyin hiç bir zararı olmamakla beraber büyük menfaatleri olacağını telkin etmekle; nefret ettirmek ise, tam aksine faydasız ve zararlı olduğunu söylemekle mümkün olur. Onun için şeytan bir günah ve masiyete davet edeceği zaman evvela, bu işde hiçbir zarar olmadığını söyler. Bu da şu telkinlerden birisiyle olur: "Ahiret diye birşey yoktur(!) Ne Cennet, ne de cehennem vardır. Dünya hayatından başka bir hayat da yoktur. Öyle ise, bu işi yapmakta ne zarar var(!)" Bunu söyledikten sonra da, o günahtaki lezzet ve zevk çeşitlerini sayıp döker ve "hayat böyle yaşamakla hayat olur" der.
İtaatten nefret ettirmesine gelince, şeytan, evvela bu işin lüzumsuz olduğunu söyleyerek telkinde bulunur ve "Cennet, cehennem, sevap, günah yoktur" der. Sonra da ibadetlerin ne kula ne de Mabud'a hiç bir faidesi olmadığından bahisle "Allah'ın, senin ibadetine ihtiyacı mı var?" v.b gibi sözler söyler. Bunu söyledikten sonra da ibadetteki külfet ve meşakkati nazara verir ve "Madem Cenab-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ihtiyacı yok, öyle ise biz niçin ibadetlerimizi kendi isteğimize göre yapmıyoruz?" der. Böylece insanı itaatten nefret eder hale getirir. Halbuki şeytanın telkin etmeye çalıştığı bu sualin cevabı gayet basittir. Şöyle ki:
İbadet duygusu insanda Cenab-ı Hakk'ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zât'a delalet edecek nizam ve intizam arzeden başdöndürücü tabloları görür; görür ve sonra da bu fevkalade nizamı vaz eden nizam sahibi Nâzım'a intikal eder. İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen kişi, hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket etmesi gerektiğini anlar.
Bundan sonra insan, varlığa güzellik ve estetik yönünden bakar, onu öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, adeta daha güzelini tasavvur etmek imkansızdır. İnsanın çehresinden zeminin yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle başdöndürücü bir edâ ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu renk ve bu âhenk cümbüşünü görüp de, bu muhteşem ve sihirli meşheri sergileyen Zat'ı iliklerine kadar hissedip duymamak mümkün değildir...
m- İFTİRA VE ŞEYTAN
"Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan kimselerin başlarına inerler. Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve zaten onların çoğu yalancıdırlar." (Şuarâ, 26/221-223)
İftira, kendi öz nefsine yapılanından, Allah'a karşı yapılanına kadar, kâinatı utandıracak bir cürüm ve insanı hem dünyada hem de ukbada rezil, rüsvay edecek bir günahtır. Böyle bir günah, elbetteki bir şeytan ilhamıdır ve işte yukarıda zikredilen ayet bize bunu anlatmaktadır.
n- PUTÇULUK VE ŞEYTAN
İbni Abbas (r.a) anlatıyor:
"Önce Nuh kavmi sonra da Araplar arasında Allah'a karşı birer şirk unsuru haline getirilen bütün putlar, esasen toplum tarafından salih birer insan olarak tanınan şahısların isimleridir. Bu salih insanlar vefat edince şeytan onlara, bunların hatırasına, daima sohbet ettikleri yerlere birer putlarını dikmelerini ilham etti. Onlar da, şeytanın bu ilhamına kandılar. Ancak, önceleri hiç kimse onları ma'bud kabul etmezken belli kuşaktan sonra ve zamanla ilim de ortadan kalkınca, bunların her biri ayrı birer mabud kabul edildi ve insanlar da onlara ibadet etmeye başladı." (Buhari, Tefsir-i Sure-i Nuh, 1)
İbni Abbas (r.a)'ın açıklamalarından da anlaşıldığı gibi, putçuluğun perde arkasında şeytanın gizli ve sinsi bir oyunu sözkonusudur. Zira sosyolojik bir realite olarak ferdlerin, ferdiyetçilik esasıyla büyütülmeleri her zaman böyle neticelenmiştir.
o- YUVA VE ŞEYTAN
Birbirini seven iki çift... İçinde lâhut aleminden gelen mesajların okunduğu burcu burcu Cennet kokan sıcak bir yuva... Ve bütün bu güzelliği bir anda mahvetmek için fırsat kollayan ezeli düşman, Şeytan...
Şimdi de bu mücerred manaları ifadelendiren bir kaç rivayet zikredelim:
Allah Rasulü (s.a.s) buyuruyor:
"İblis tahtını su üzerine kurar. Sonra da ordusunu sağa sola gönderir. Makam ve mevkice ona en yakın olan, fitnenin en büyüğünü yapandır. Hepsi yaptıklarını anlatmak üzere İblis'in huzuruna gelir ve içlerinden birisi: "Ben şunu, şunu yaptım" der. Ancak İblis, ona hiç de iltifat etmez. Sonra bir başkası gelir ve "Falan adamı, karısından bo
|
mahonick ÜyePuan: 1768.5 | Gönderilme Tarihi: 28 Ekim 2010 22:17:08 | # 3
6- .. VE ŞEYTAN FERYAD EDİYOR
Müminin inandıklarını yaşaması, şeytanı şirazeden çıkarır ve feryada boğar. Allah'ı hoşnut edecek her tavır ve davranış şeytana ölüm sancıları çektirir. İlahî gadabı celbeden bütün sebepler, nasıl şeytanı sonsuz sürur ve sevince garkediyorsa, lâhut alemini memnun eden sebepler de onu ızdırabın uçsuz-bucaksız gayyâlarına iter ve kıvrandırır.
Kulun, Allah'a en yakın olduğu yer secdedir. (Müslim, Salat 215; Nesei, Tatbik 78) Secde mümini miraca erdirecek ölçüde bir kurbet vesiledir.. ve kulun her secde edişi, şeytanı bin feryada boğar. Eğer cin ve insanlar bu sesi duysalardı, belki kulaklarının zarı patlar, belki de sesin şiddetinden bayılıp yere düşerlerdi. Şeytan, "Secde ile emrolundum, etmedim ve kovuldum. O ise etti, kurtuldu!" der ve çığlık dövünür.
Kullar içinde Allah'a en yakın olan İnsanlığın İftihar Tablosu (s.a.s)'nun doğumu da şeytanı feryada boğmuştu. Zira o gün, Allah'ın en sevgilisi Habibullah doğmuştu... İhtimal ki o gece putları yüzüstü yere yıkan şeytanın feryadı idi. Ve ihtimal ki Sava gölü, bu feryadla batmış ve bin yıldan beri yanan ateş bu feryadla sönmüş.. ve yine Kisra'nın sarayı da bu feryadla yıkılmıştı. (Beyhaki, Delailü'n-Nübüvve, 1/19,126,127; Suyuti, Hasaisü'l-Kübra, 1/127,128,129,131; Ebu Nuaym, Delailü'n-Nübüvve, 1/139; İbni Kesir, el-Bidaye, 2/249)
Şeytanı yanayakıla feryad ettiren günlerden biri de hiç şüphesiz, Akabe'de altı-yedi müslümanın Allah Rasulü'ne biat için el uzattığı gündü. Allah Rasulü ki senelerce kapı kapı, çadır çadır, panayır panayır dolaşmış ve hep derdine ortak olacak âşina gönül aramıştı. Evet O, hep bunun için uğraşmıştı. Ne var ki gittiği yerlerden hiç birinde sinesi ışığa açık, hüşyar bir gönül bulamamıştı. Taif'te taşlanmış, diğer yerlerde de kapılar yüzüne kapanmıştı. Ancak O'nun, Allah'ın, nurunu mutlaka tamamlayacağına inancı tamdı ve O kendine düşen vazifeyi yapıyordu. Bu vazife, ısrarla, yılmadan, usanmadan insanları Hakk'a davet etmekti ve Allah Rasulü de işte bunu yapıyordu.
Yine panayır günlerinden biriydi... Medine'den gelen bir grup talihli, onunla görüşme talebinde bulunmuştu. Allah Rasulü (s.a.s)'nün gül yüzünde güneş doğmuş gibiydi. Gelen teklife o denli sevinmişti ki, O'nu sevindiren bu hadise ihtimal gök ehlini de sevindirmişti. Belli ki bu umumi sevinç, İlahi hoşnutluğun da bir tecellisiydi. Tabii o esnada ruhunun karanlığı yüzüne akseden biri de vardı. Hıçkırıklar boğazında düğümlenen bu menhus varlık, hiç şüphesiz şeytandı.
Heyet ile Allah Rasulü'nün buluşmasında Hz. Abbas (r.a) da vardı. O bir realite adamıydı. Biatın akıl ve mantık çerçevesinde yapılması için uyarılarda bulunuyordu. Bu altı-yedi kişiye, topyekün insanlık ile yaka-paça olmaya adım atmakta olduklarını hatırlatıyor ve Allah Rasulü'ne biatın, o gün için çetin yanları üzerinde duruyordu. Yaşlılar, bu ağırlardan ağır yükü kaldırıp-kaldıramıyacakları konusunda tereddütte idiler. Onlar tereddüte düşünce şeytanın bakışları canlandı. İçinden bir "acaba" geçirdi. Kendi kendine, "Belki biat etmeden döner giderler" dedi. Ama içlerinden en genci, Ebu'l-Heysem et-Teyyihâni hemen ileri atıldı. Herşeyi kabullenerek Allah Rasulü'ne el uzattı. Ardından diğerleri de aynı şeyi yaptılar ve bu büyük biat tamamlandı..
Bu esnada ortalığı çınlatan bir feryat koptu. O sesi duyan, Akabe sallanıyor sanırdı... Öyle feryad ki bağırdan koptuğu belliydi. Birisi, bütün ümitlerini yitirmişe benziyordu. Evet, öyle birisi vardı ve işte o Şeytandı... (İbn-i Sa'd, et-Tabakât, 1/222,223)
Şeytan, alnı secdeli gençleri gördükçe.. çarşı-pazarın eracifine bulaşmadan ticaret yapan tüccarı müşahede ettikçe.. ilim adamlarının, kafa ve kalb bütünlüğüne erme yarışına girdiklerine şahit oldukça.. üniversite mahfillerinde ihtidaların arttığına, ilmin tekrar din ile uzlaşdığını temaşa ettikçe.. yeniden diriliş bestesinin nağmeleştiğini duydukça ve yeni bir bezmin ılık nefesini ense kökünde hissettikçe ihtimal bugün de feryad etmektedir..
Bütün dünyada neşrolan ve şeytana nâşirlik yapan bazı gazete, dergi kitap ve bültenlerde yazılanlara bakıp, televizyon, radyo, konferans ve seminerlerde konuşulanlara kulak verdiğimizde, şeytanın aynı şekilde feryad ettiği duyulacaktır. Şeytan, bugün de İslâm’dan, Müslümandan ve İslâm adına başlayan oluşumdan korkmakta ve endişe duymaktadır. Bu korku ve endişeden dolayı da, canı boğazında ve çaresiz avaz avaz her dem feryad etmektedir.. kıyamete kadar da feryad edecektir.
|
Sayfalar: 1[2] |
|